31 Mayıs 2012 Perşembe

Darcy gerçeği



Sevgili TUBASİ çok doğru yerdesin hem de.   Bizleri düşünmeye yazmaya sevk eden 'Asi' söylemlerini başka nerelerde değerlendirebiliriz... elbette asi sayfalarda.

Asi dizisi… özellikle bizlerde derin iz bırakan Demir ve Asi karakterleri... Biz onlardan vazgeçebilmenin yanına bile yaklaşamamışken sahiplerinin bu karakterlere uzak duruşlarını anlamakta zorlanıyoruz.

Demir karakteriyle oyuncusunun bir ‘savaş’ durumundan bahsetmiş sevgili TUBASI. Bu vardır ve çok olağandır diyebiliyorum Asi’nin bitişinin üzerinden 3 sene ve 2 karakter geçmişken. ‘Demir’ Murat Bey’in de bir röportajında söylediği gibi ‘güzel’ bir karakterdir. Geride bırakılması zor bir karakterdir. Hepimizi çileden çıkaran sapmalarına, gerçekte yaşayabilmesi mümkün görülmeyen bir masal kahramanı oluşuna rağmen, yaşar inadına… geride kalmaya tahammülsüz bir roldür, büyür oyuncusuyla, arzusu hilafına rağmen büyür.

Dünyaca tanınan ‘Mr. Darcy’lerden Colin Firth’in Darcy’i geride bırakabilmek için ‘ülkesinden kaçtığı’ The Guardian 1996 Şubat sayısındaki ‘Mr. Darcy çıkmazı’ makalesinde uzun uzun yer bulur. Gurur ve Önyargıdaki rölünden sonra C. Firth çok ses getiren İngiliz Hasta filmi için Tunus çöllerine gider, Darcy için boyattığı siyah saçlarından kurtulup açık kumral saçlara kavuşur ve ‘sıradan’ bir role geçiş yapar. Tüm ropörtaj tekliflerini reddeder ve gider sadece. Bizler ancak dikkat çekildiğinde fark ederiz bu filmde kendisini. İngiliz Hastadaki bu silik rolünün üzerine hemen de dönmez ülkesine, Kanada’ya gider veya orada bir film teklifini kabul eder yanılmıyorsam. Sonrasında gerçekleştirdiği onca başarılı rol bir yana, Mr. Darcy bir yana olacaktır hep oysa hayatında. 2012 yılı için üzerinde çalıştığım Darcy Demir Dilemma andacı için yaptığım araştırmalarım sırasında, dikkat çeken Darcy canlandıranlarından Colin Firth’in, Avrupa ve Amerika’daki büyük yayın kuruluşları için yaptığı röportaj başlıkları ürkütücü bir tablo çıkarttı karşıma;

1996
Without Prejudice  / Önyargısız
Beware the insidious grip of Darcy Fever / Darcy ateşinin sinsi etkisinden sakın

1997
Mr. Darcy Dilemma / Mr. Darcy ikilemi
Pride, prejudice and a little persuasion / Gurur, Önyargı ve Biraz İkna
Mr. Darcy goes to Arsenal / Mr. Darcy Arsenal’a gidiyor

2000
There’s no escaping Mr. Darcy / Mr. Darcy’den kaçış yok
No more Mr. Darcy / Artık Mr. Darcy yok
Don’t call me Darcy / Bana Darcy deme
Dastardly, Mr. Darcy / Korkak Mr. Darcy
A victim of kind an prejudice / İyilik ve Önyargı Kurbanı
Forever Darcy / Sonsuza dek Darcy

2001
How Mr. Darcy is still stirring passions of viewers / Mr. Darcy hala nasıl izleyicilerini tutkuyla coşturuyor.
Darcy returns in Bridget Jones’s Diary / Darcy Bridget Jones’un Günlüğüyle geri dönüyor
From Dustman to Darcy / Dustman’den Darcy’ye
Woon alert! A take of two Darcy / Tetikte olun! Bir alışta iki Darcy
Uncovering the real Mr. Darcy / Gerçek Mr. Darcy açığa çıkıyor

2002
Mr. Darcy’s Firth cousin / Mr. Darcy’nin Firth kuzeni

…. …. Tablo böyle uzayıp gidiyor günümüze kadar. Son yıllara doğru biraz daha azalıyor Darcy söylemi ama hiç bitmiyor. Söyleşilere göz atarken rastladığım satırlar bana hiç yabancı değil, size de olmadığını biliyorum. Neredeyse basın mensuplarının kendiliğinden sakındığı veya sakınmaları tembihlendiği bir konu ‘Darcy’ karakteri üstelik. Buna rağmen sıkça içeriklerde ve çokça başlıklarda yer buluyor ‘Darcy’. C.Firth ile ilgili son bir hatırımda kalanı da aktarıp Demir ve Murat Yıldırım’a döneyim. C.Firth son yıllardaki röportajlarından birinde, hayatını etkileyen 3 kadından biri olarak Jane Austen’in ismini veriyor nihayet. Biraz daha rasyonel bakabiliyor olmalı kariyerindeki karakterlere, 20 seneye yaklaşan Darcy geçmişiyle artık. Bu onun hayatının gerçeği. Bu belki de bütün Darcy’lerin gerçeği… ne kadar güçlü bir Darcy yaratıyorsanız oyunculuğunuzla, o kadar uzağa kaçmak istiyorsunuz bu rolden… o kadar çabuk ve kesin bırakmak istiyorsunuz geride. Elden gelse hiç anmamak… yok saymak… önemsememek… rol mü yaman oyuncu mu yaman göstermek… belki de dünya alemden çok kendinize. Oysa bir hayalle nasıl mücadele edilebilir ki!

Bir oyuncu olmadığım için, Demir karakteriyle Murat Bey’in veya Asi karakteriyle Tuba Hanım’ın neler hissettiğini asla tam anlamıyla bilebilmem mümkün olmayacak. Bir rolün insan üstündeki baskısını belki ancak bir başka oyuncu bilebilir. Hayatlarında Demir veya Asi gibi bir rol kaç kere denk gelebilir, o da ayrı mesele. Sadece roller de değil pek çok etmenin buluştuğu bir kavşak ‘Asi’… aynı oyuncularla aynı mekanlarda bile Asi yeniden çekilse, artık bizlerin Asi tadını alabilmemiz mümkün olmayacaktır görüşündeyim.

Aslında içimden her söyleşilerine Asi-Demir ile başlamalarını ve bitirmelerini beklerken delice, mantıken bunun böyle olmayacağını biliyorum. Demir ve Asi’nin övgüyü ve öne çıkarılışı sonuna kadar hak ettiklerini bilmeme rağmen, bu yapılmadığı zaman üzüntümü bir kenara koyup anlamaya çalışıyorum güncel kaygıları ve oyuncu kaygılarını. Neredeyse artık Asi’den ismen bahsedildiğinde mutlu oluyorum taktirde tutuk söylemlere rağmen. Benzer bir anlayışı, seyirciler adına onlardan da bekliyorum diğer yandan safça. Bizi anlamalarını beklemek neden bu kadar önemli geliyor bilmiyorum ama anlamalarını istiyorum işte. ‘Asi’ sabit fikir veya saplantı değil, geçmişte kala kalış hiç değil, güzel bir şeye tutunuş, hayatımızda yer açış ve sevdiklerinden vazgeçmemek kolayca. ‘Bana Demir demeyin artık’ veya ‘Bana Asi demeyin artık’ denecek mi bir gün oyuncuları tarafından? Denmeyeceğini ummak istiyorum. Her ne söylenirse söylensin, Asi ve Demir’in oyuncularının yüreklerinde de bambaşka bir yerde emniyetle durdukları hissi beni hiç terk etmediği için, huzur duyuyorum.

e.min, Sohbet Köşesi, 31 Mayıs 2012

*görsel ANTE'den (4.09.2008) alıntıdır

Demir karakteri


"İnternete bir girin de kendi gözlerinizle görün, Murat Yıldırım demek kadınlar için güzel bakan adam demek. 'Asi' dizisindeki Demir'i unutabilmeleri mümkün değil. Ama o çok üzerinde durmuyor bu gerçeğin, o 'iyi oyuncu' sıfatının peşinde."
...denmiş Murat Yıldırım'ın röportajında. İki kelam etmek için bu konu hakkında, doğru yer diye düşünüyorum... Hoşgörünüze sığınarak...

Murat Yıldırım'a olan yaklaşımım bir uzak bir yakındır... Niye böyledir bilmiyorum, bir severim onu bir de sevmeyiveririm aniden, antipatik geliverir durup dururken. Kendisinin gerçekten samimi ve çok da vicdan sahibi olduğunu yakından bilirim, birçok oyuncunun sette kuralları varken o kural falan tınlamaz, set işçileriyle dost olup kaynaşıp gidecek kadar da alçak gönüllüdür… (hoş olması gereken de budur ya, ülkemizdeki oyuncuların tutumlarına bakarsak eğer böyle denilir anca) ki benim için önemlidir bu, insanlara olan sıcak tutumunu da bilirim, o halini de çok severim, insan onun yanındayken yabancılık çekmez, bu halini de çok ama çok severim...

Gel gelelim Demir karakteriyle olan bu 'savaş' durumuna… Bir oyuncu neden dibine kadar mükemmel oynadığı bir karaktere karşı garip bir çekimserlikle durur ve uzaklaşmak ister ona dair bütün sorularından...

Demir'in unutulacağını söylemişti vakti zamanında... Hem de kesin bir şekilde, önemsizce görüp, unutulur deyivermişti bir röportajında. Aynı röportajda 'Demir'le anneler sizi çok sevdi' denilmesi ardında 'kayınvalidem de beni çok sever' tarzında absürt de bir cevap vermişti. Oysa iş hayatı hakkında sorulmuş bir soruya özel yaşamını katan bodoslama bir cevaptı, özel hayatını uzak tuttuğunu iddia eden ve işiyle anılmak istediğini savunan birine uymayacak bir cevaptı… her neyse… Bana Demir karakteri hakkında kaçmak istediğine dair bir his uyandırtmıştı.

Ayşe Arman'a bu yorumu yaptıran hangi soru ve cevap bilmiyorum tabiki… Ama sanal ortamın bu güçlü bağının karşısındaki önemsiz yaklaşımını hisseder gibiyim Murat Yıldırım'ın. Ve de orda belli ki ona bu 'bağı' yöneltilmiş olmasına da sevindim, dediği gibi olmadı, unutulmadı, o geçiştirse de hala soruluyor ona bu sorular... Tam tersi dünyanın çoğu yerinde esti geçti, birilerinin yüreklerini vurup duruyor Asi'nin dalgaları… hala… Ve şahsım adına hala benim yüreğimde de, unutulmaz… unutulacak kadar değersiz değil… en azından benim için...

Kadir İnanır gibi bir duayenin birçok kusursuz rolleri olmuştur… Tatar Ramazan mesela bir efsanedir o... Ama İlyas vardır bir de, naif bir şeydir o... Oyunculuk adına tartmazsın belki de İlyas'ı aşacak oyunculukları oldu Kadir İnanır'ın… Ama her şeyin birleştiği bir nokta vardır, yalnızca oyuncunun başarısına değil diğer başrolün, sahnenin, kostümün, müziğin, repliklerin birleştiği bir nokta... kendindeki ışığı daha da parıldatır bunlar. İlyas'a dair sorular alır hala, geçenlerde okudum filmin diziye uyarlamasına karşı savunmuş hem filmini hem de filmdeki karakterini... Hala soruluyor ve hala cevaplıyor önemlice… Bu onun oyunculuğunu gölgelemez, zaten kimse ona bu konuda eleştiremez…

Eğer bir karakterle bu kadar sevilmişsen ve de birçok insan da seni böyle sevmişse en azından o karaktere karşı bir vefa duymalısın... Hatta gururlanır, ben öyle bir oynamışım ki insanların içi gitmiş demelisin...

Benim de beğenerek izlediğim Ecevit karakterini kıskanıyorum... Ona değer veriyor, onun hakkında konuşuyor, üstünde duruyor... ve öyle anılmaktan da rahatsızlık duymuyor... Ecevit'i Demir'e rakip mi görüyorum acaba, Murat Yıldırım da Demir'i Ecevit'le ezdiğini mi geçiriyor zihninden... Bilmiyorum ne onun adına ne de kendi adıma bir şey demek zor... Kulağa bu cümleler gülünç geliyor biliyorum ama öyle bir enerji alıyorum ki 'bana Demir'i sormayın' der gibi... hem de taaa başından beri… Asi'den bu yana...

İyi oyunculuk demiş Murat Yıldırım... Bu asla bitmeyecek bir yolculuk, bir oyuncunun her geri dönüşünde asla tatmin olmaması gereken daha iyisini yapmalıyım dedirten bir durum… Bir karakterle özleşmek onu ne kötü ne de iyi oyuncu yapar...

Sözün kısası bana saygısızlık gibi geliyor bu önemsizce geçiştirme ya da şöyle bir geçip gitme tutumları... Bana, ona önce öyle vurulup peşinden koşanlara ve de Demir gibi bir karaktere karşı... Bir de bizzat kendisine karşı... O kadar başarılı bir emeğine karşı...

TUBASİ, Sohbet Köşesi, 31 Mayıs 2012

* görsel funda'dan (14.03.2009) alıntıdır






30 Mayıs 2012 Çarşamba

Asi Dizisindeki Demir

Elele Dergisi 2012 Haziran sayısı için Ayşe Arman'ın  Murat Yıldırım ile yaptığı söyleşiden...
"İnternete bir girin de kendi gözlerinizle görün, Murat Yıldırım demek kadınlar için güzel bakan adam demek. 'Asi' dizisindeki Demir'i unutabilmeleri mümkün değil. Ama o çok üzerinde durmuyor bu gerçeğin, o 'iyi oyuncu' sıfatının peşinde."



27 Mayıs 2012 Pazar

Asi Yunan Basınında

Yunanistan  yazılı basınından bir sayfa...

Leen2012, dizifilm.com, 12.05.12,

26 Mayıs 2012 Cumartesi

Murat Yıldırım Beyaz Show'da...

Murat Yıldırım, güncel projesi Suskunlar için, ekip arkadaşlarıyla birlikte Beyaz Show'a konuk oldu dün akşam.  Program oldukça uzun, bütününü alabilmem mümkün değil... kendisine yöneltilen yurtdışı tanınırlığıyla ilgili Asi'yi referans verdiği bölümü sayfalarımıza taşıyabiliyorum ancak...



Beyaz – Murat Yıldırım… çok fazla bilgi gelmedi elimize Murat Yıldırım ile ilgili. Adı Murat  soyadı Yıldırım. O geldi. Çok unutkandır, her şeyi her yerde unutabilir. Meral Okay aşığıdır. Rahmetli Meral’ı alkışlarla, gülümsemelerle bir kere daha anıyoruz sevgili dostumuzu.  Bulgaristan Turizm ve Enerji Bakanlığında üst düzeyde görev yapan ismini vermek istemeyen bir hayranı doğum günü kutlamasına katılırken, Yunanistan Başbakanlık ve AB sorumlusu Avukatları, Makedonya Başbakan Yardımcısı ve Makedonyanın AB’den sorumlu parlementerleri avukat bir hanım da doğum gününe katılanlar arasındaydı. Doğru mu Abi?

Murat – Doğru da… madem bilinmesi istenmiyordu burada niye açıklanıyor merak ediyorum.

Beyaz – Evet. Eeeeee... Hayır abi, bunları şunun için okuduk… Yani… dünya acayip yani. Yurt dışında acayip biliniyorsun, onun için.  (Seyircilerin arasından bir ses yükseliyor)  Bak Bosna’dan… nerden… nerede Bosna’lı arkadaş? Bosna’dan mı geldiniz? Hoşgeldiniz. Türkçe biliyor musunuz?

(Bosnalı seyirci hayır anlamında başını sallıyor)

Beyaz – Güzel… biz de bosnaca bilmiyoruz. Onun için ne yapacağız bilmiyoruz yani. Tanıyor musunuz Murat’ı?

Murat – Hayranlarıma kötü davranma lütfen.

Beyaz – Murat Yıldırım’ı tanıyor musunuz?

(Bosnalı seyirci bu kez de olumlu sallıyor başını)

Beyaz  - İzliyorlar… Her yerde izliyorlar. Bir tane vtr var. Şunu bir izleyelim. Senin doğum günün ile ilgili mesajlar. Yurtdışından gelen. Gerçekten yurtdışından gelen mesajlar bunlar. Bir izleyelim.

(Ürdünlü, Bulgaristanlı, Mısırlı ve Yunanistan’lı takipçilerinin Beyaz Show için hazırladıkları, bizzat kendilerinin Murat Yıldırım’a seslendikleri bir vtr  seyredildi. Aslında bu dört ülke dışında da videolar hazırlandığını sevgili Gönül’den biliyorum ama TV yayın kalitesine uyanlar yayınlanabildi ancak)

Beyaz – Bunlar gerçek

(...utanarak gitmeye çalıştı oyuncu)

Murat – Ben gidiyorum.

Beyaz – Bunlar gerçektende yurtdışında… sağolsun sizin arkadaşlarınızın, dostlarınızın… biz rica ettik yurtdışında nerede izleniyorsa bir kamera gönderelim, bir şeyler çekelim diye… kamera göndermedik pardon, skpe’dan çekilenler… ne diyorsun abi… bu yurtdışı işi için?

Murat – Bu Asi’ dizisi ile başladı aslında. Ortadoğu ile başladı. Sonra Balkanlarla devam etti. Arkasından Aşk ve Ceza.  Bir dönem biz Brezilya dizilerini izliyorduk. Sokakta insan kalmıyordu. Mariana… Mariana…

Beyaz – Doğru…

Murat – Şimdi de bizim dizilerimiz oralarda çok seviliyor. Aslında bu bizim için bir fırsat. Yani Türkiye için bir fırsat bence.

Beyaz – Kesinlikle.

Murat – Bunu iyi kullanırsak… Ne bileyim aslında… ekonomi anlamında belki sadece iyi olacak ama sonrası için ne olur bilemiyorum. Çünkü ben Türkiye’de çocukluğumdan beri hoşgörüye biraz hasret yaşıyorum. Şimdi mesela bize… nesye o konulara girmek şu anda saçma olur… boşver.

Beyaz – En azından şu anki dizinin; ‘Suskunlar’ın… daha önceki ‘Asi’nin… ve Türkiye’de şu anda yayınlanan bir çok dizi gerçekten de yurtdışında çok fazla talep görüyor. Türkiye’ye tanımak için de… iyisiyle kötüsüyle tanımak için de yurtdışındakilere bir fırsat ve çok acayip sevilen beğenilen artistler var. Yurt dışına çıktığınız zaman eskiden bizimle ilgili bir şey sorunca, çok fazla bir şey söylenmezdi ya da hoşumuza gitmeyen şeyler duyardık. Şimdi öyle değil. Yurdışına gidiyorsun, futbol kulüpleri biliniyor, yurtdışına gidiyorsun Sertap Erener biliniyor, yurtdışına gidiyorsun basketbol takımımız, sporcular, dizi oyuncuları, sinemalar, bir sürü şey biliniyor. Yani gerçekten bence de önemli bir sektör.

20 Mayıs 2012 Pazar

İzler...

Hatay'da çarşı, AVM gibi değil. Hatay'da çarşı, çarşı gibi. Yan yana esnaf, çeşit çeşit dükkan. Uzun Çarşı tam seyirlik.

Binalar göz alıyor Hatay’da. Yapı desem daha doğru. Öyle çok katlı blok nitelikli bina var etrafta ama şehrin içi müze gibi.. Eskilerden bahsediyorum elbette. O kadar da eski yapı var ki. Kimi çok yorgun. Çöktü çökecek gibi.

Tike’nin o küçük heykelini de gördüm. Kaşla göz arasında, araç içinde; ama gördüm yine de.

Savon Otel eski bir sabun fabrikasıymış. Aklıma hemen ne düştü tabii ki hemen tahmin ettiniz. Sabun şenliği ve birbirine içini dökemeyen, dökse de yarım yamalak döken ama eteklerinden gurur dökülen iki sevdalı elbette. Adları ASİ'ye ve Demir.  Birbirini bileyen iki bıçak gibi iki sevdalı. Bilene bilene inceldiler ve gurur o bileyide eriyip gitti. Tozları ASİ Nehri sularına düştü.

Sanat şehri Hatay. Mimari, sanat olarak her adımda karşınızda. Pencereler gel de onlara yazı yazma dedirten cinsten. İpek dersen tam yeri. Bir de Bursa'yı bilirim ipek denilince. Şalın her rengi, her deseni ama ille de ipeklisi orada. ASİ akıyor orta yerinden. Bulanık. Daha yenilerde durulmuş. Çoşmuş taşmış. Islah çalışmaları sürüyor. ASİ'ye mi desem ASİ mi ıslah olsa da iflah olmaz o sevdayla.

Çiftliğin has odalısı orada. Odalarda koltuklar cevizden, karyola başları pirinçten. Hele o yer karoları. O karo döşemeler. Yere resim çizmiş gibi. Nerelerde yapıldığını sordum. İki yer yapıyormuş yapa yapa. Bir de İstanbul’da bir imalatçısı olduğunu biliyorum o karoların.

Sonunda künefenin tadına da vardım. Közde pişerse lezzetli mi lezzetli. Yoksa ASİ’de bir keresinde Neriman Hanım’ın o kendine has edasıyla anlattığı gibi “gazda yapılan künefeye hiç benzemiyor. Közde yapılan künefe, künefeye benziyor”. O kadar da güzel ikram ediyorlar ki künefeyi, sülünlerin karşısında yedirterek.

Ayakkabı çarşısı, kuyumcular çarşısı… Pek çok çarşı var Uzun Çarşı’da. Kolayca kaybolabilir insan orada. Merkez’e yakın girişten girdik biz. Gözlerim patlıcan kuruları aradı yukarılardan sarkan. Bir çiftliğin ki Reyhanlı yakınlarında olduğunu duydum, mutfağında en lezizinden kuru patlıcan dolması olan. Fatma Ana’nın elinden. Kozcuoğulları çiftliğinden kokular saçarak pişen. Palmiyeli Yolu zeytinyağlı kuru patlıcan dolması kokusuna boğan.

Hatay sokaklarında iki kız kardeş hatta bir de eli gitarlı haylaz  küçük bir kardeş, bir de küçük ortanca, Ziya’ya tutkun bir diğer kız kardeşler yoktu. Ama hala izleri vardı. Ne yağmurlar silmiş o izleri ne de ASİ’nin  sel suları.

Acemi Demirci, Sohbet Köşesi, 09.05.2012

ILOS(C)

Sevginin kokusu...


Koku müziği gelir derinden... Aşka götürür... İki deli gibi çarpan yüreğe, yankılanan sese doğru yol alır... Akan sular gibi tertemiz pak ama son derece şiddetli... Bir büyü gibi bir çığlık çoğu zaman sevda ve huzurdur bu ses...

Öfkelerinde özlemlerinde aşklarında nefretlerinde gururlarında her an her şeyle bütünleşir...

Asinin müzikleri de ne kadar güzelmiş, bu sevdaya nasılda yakışmış onların aşkları izlendikçe izlenilesi, müzikleri dinlendikçe dinlenilesi...

                                       


Hep arıyorum onları, bakışlarını bana geçirdiği yaşattığı o güzel anıları... Ama bulamıyorum sadece özlüyorum... Özlemler gün geçtikçe çoğalıyor onlarda kalakaldım... Onları geri istiyorum onlar gibi aşkı kimsede bulamadım başka rüzgarlara bırakmaya denedim kendimi, olmadı, yapamadım. Yerlerini kimse alamayacak dolduramayacak kadar büyük bir yer açmışlar yüreğime.

Şu aralar sürekli benimle gezen bir replik var...
Bilmiyorum ama benimle dolaşıyor...
Hani ellerini iki yana açıp, boşluğa bıraktığında düşmeyeceğini bilmek ne deniyordu o duyguya?
Senin en önem verdiğin duygu: güven...
Ben Asi Demir’in birbirlerine olan bağlılıklarının yanında her koşulun acının sevdanın üzüntünün hep birebir yaşamasını gördüm... İkisi de aynı şekilde mücadele etti... Aşkı ikisi de var etti... İkisi de aynı zamanda yoruldular ama ya sonra birlikte ayağa kalktılar...

İnanın şimdi izlediğim dizilerde bunu görememek öyle acı ki... Tek taraflı olmuyor...
Aşk sevda karşılıklı... Ben bunu böyle öğrendim...

İyi ki de böyle öğrenmişim iyi ki de bu sevdaya ortak olup onlardayım halen ve hep de öyle kalacak...
Asi Demir

asidemirim, 25.04.2012, dizifilm.com


Fato(c) 25.01.10



18 Mayıs 2012 Cuma

Asi dizisi nasıl doğdu?


Haftalar evvel bir dosttan gelen telefon ile şifai olarak aldığım, öğrenmekten büyük keyif duyduğum bir Asi detayı paylaşmak istiyorum sizlerle. S&T LifeStyle'dan sevgili Gönül Dokgöz ve İlhan Bosut, Sn. Melis Civelek ile bir söyleşi gerçekleştirdi. Melis hanım;  

Ankara’da sinema televizyon okumuş, ilk özel TV kanallarının kurulduğu günden 2010 yılına dek üç büyük kanalda yöneticilik yapmış, reyting rekorları kıracak yerli dizileri bulmakta çok başarılı bir televizyoncu… İlk özel televizyon kanalı olan Magicbox Star1 ile başlayan televizyon yolculuğuna 1995 yılına kadar bu kanalda devam etmiş. 1995 yılında geldiği Atv’de 10 yıl çalıştıktan sonra 2005 yılında Doğan grubu bünyesindeki KanalD ve Star Tv kanallarının dramalarından sorumlu olmuş. 2010 yılında biraz nefes almak adına aktif çalışma hayatına ara vererek, çocuklarıyla ilgilenmiş. 20 yılı aşkın aktif iş hayatında ilk çıkışını, Atv’de iken “Çocuklar Duymasın” dizisini Tgrt’den transfer edip, akabinde “Asmalı Konak” dizisini yayına sokarak yapmış. Diğer kanallardaki hit dizileri arasında Beyaz Gelincik, Binbir Gece ve Asi var... 
Melis Civelek ile yapılan söyleşinin bütününe aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz... 

“Antakya’lıyım, şehrimde iyi bir dizi yapmak hayalimdi. Bunu da Tomris’le birlikte yapmak istiyorduk. Şehre uygun bir öykü arayışı içindeydik. Bir gün kızımla gittiğimiz sinemada ” Aşk ve Gurur’ “ u seyrettik. Hemen Tomris’i (Giritlioğlu) aradım,” hikayeyi buldum, Aşk ve Gurur’u uyarlıyalım “dedim ve öyküyü beraber çalıştık. Asi serüveni böyle başladı. 
S&T LifeStyle, Dizi avcısının yeni projesine hazır mısınız? 2012, erişim 18 Mayıs 2012, http://sinematelevizyonlifestyle.com/?p=15826


17 Mayıs 2012 Perşembe

Kuşanıp yollara düşen sevda...

Sevgili adenozintriP'e, dizinindibi.com'da paylaştığı Antakya yolculuğunu, asi-demir.com'da paylaşmamıza da izin verdiği için çok teşekkür ediyorum ve lafı çok uzatmadan size kendisiyle muhteşem bir yolculuk etmek üzere yalnız bırakıyorum.

Bu kente yalnızlık çöktüğü zaman
Uykusunda bir kuş ölür ecelsiz
Alıp da başını gitmek istersin
Karanlık sokaklar kör sağır dilsiz

Ey sevda kuşanıp yollara düşen
Bilesin bu yollar dağlar dolanır
yare ulaşmadan düşersen eğer
Yarına sesinin yankısı kalır

Gecenin ucundan gün aralanır
Yar sevdası ile yürek bilenir
Sızılı bir ırmak uğurlar seni
    su olup akarsın kır çiçeklenir...



Antakya’dayız...

1.gün: 29 Nisan 2012 Pazar


Sabah 10:00 uçağıyla İstanbul Atatürk Havalimanı’ndan Hatay’a doğru yola çıktık. Öğle saatlerinde Hatay’daydık.


Hava alanı

Havaş otobüsleriyle Antakya merkeze geldik ve Antik Grand Hotel’e yerleştik. Bu arada yolda önünden geçtiğimiz Savon Otel’in de kapıdan kaçak göçek bir resmini çekmeyi ihmal etmedik.

 Savon Otel’ın kapısından içeri göz atmaca

Antakya’ya gelene kadar şehrin vasat görüntüsünü görmezden gelmeye çalıştık, ama doğrusu şehrin 20 - 30 sene önce terkedilmiş afet bölgesi görüntüsünü pek görmezden gelinebilecek türden değildi. Yine de güzelliklere odaklanarak motivasyonumuzu yüksek tuttuk. Antakya’da Asi nehrini görünce içimizi bir mutluluk kapladı, en azından ben pek bir hevesliydim şehri hemencecik gezmeye.

Vali Ürgen Meydanı

Asi Nehri / Orontes

Antakya’da ilk icraatımız hemen yemek yemeye başlamak oldu. Öncelikle tam otelimizin karşısında bulunan Abdo’dan leziz dürümlerimizi yedik, sonra da Uzun Çarşı’ya yönelip meşhur künefeci Yusuf Ustanın yerini aramaya başladık.


 Çınaraltı’nda Yusuf Usta’nın künefesi

Bu künefeyi bir yiyen pişman bir de yemeyen. Yedikten sonra gelen pişmanlık şundan: bir kere yedikten sonra hep yemek istiyorsunuz! Biz mesela, ertesi gün de gelip yedik, hatta kartını aldık İstanbul’a sipariş veririz diye.

Karnımız doyduktan ve meydana biraz aşinalık kazandıktan sonra doğruca Arkeoloji Müzesi’ne gittik. O kadar çok ve kıymetli eser var ki, mutlaka görmek gerek.


Tabi turumuz biraz kültür, bolca yemek üzerine kurulu olduğundan, oradan çıkıp yine bir şeyler yemek zorundaydık. Biz de Affan kahvesinde aldık soluğu ve missss gibi haytalılarımızı yedik. Tadı damağımızda kaldı, ertesi gün gene yedik. Haytalının insanı ferahlatan bir tadı var, dondurması da sanki bildiğimiz dondurma değilmiş gibi ayrı bir leziz.



Ben hiç bici bici yemedim ama ikisini de tadanlar gerçekten haytalının asla bici bici olmadığı konusunda hem fikir. Yiyen arkadaşlarımın yalancısıyım, bici bici haytalının yanında solda sıfır kalıyormuş…
İşte Affan kahvesi: aşağıdaki fotoğraflardan ikisi kahvenin önünden, yani cadde tarafından, diğeri de arkadaki bahçe tarafından… Ön taraf kıraathane, arka taraf kafe gibi sanırım, tam konsepti kavrayamadım.



Affan kahvesi

Antakya merkez küçük bir yer, yarım saatte her tarafı yayan yepelek dolaşabiliyor insan. Biz de boş durmadık, Affan’dan çıktık, az ilerideki Habibi Neccar Camii’ne girdik.


Habibi Neccar Camii
Vikipedi’den bir tutam bilgi:
 Habibi Neccar Camii Anadolu’da yapılan ilk cami olarak bilinir. Cami Roma dönemine ait bir pagan tapınağının üzerine inşa edilmiştir. Günümüzdeki cami Osmanlı dönemi eseridir, etrafı Medrese odaları ile çevrilidir. Avlusunda 19.yy eseri bir şadırvan bulunur. Caminin kuzeydoğu köşesinde İsa’nın havarilerinden Yunus (Yuhanna) ve Yahya(Pavlos) ile onlara ilk inanan ve şehit edilen ilk kişi olan Antakyalı Habib-i Neccar’ın türbesi bulunur. Kıssaya göre, M.S. 40’lı yıllarda İsa, havarilerinden Yunus (Yuhanna) ve Yahya’yı (Pavlus) Antakya’ya gönderir. Bu iki elçi Antakya'ya girerken koyunlarını otlatan marangoz Habib-i Neccar ile karşılaşır (neccar, marangoz demektir). Neccar, yatalak oğlunun elçiler tarafından iyileştirilmesi üzerine İsa'nın getirdiği dine iman eder. Ancak Antakyalılar elçileri hoş karşılamaz ve onları hapse atarlar. İsa, bunun üzerine Barnabas’ı şehre üçüncü elçi olarak gönderir. Elçilerin tüm çabalarına rağmen halk İsa’nın dinine inanmaz ve onları öldürmeyi planlar. Bunu öğrenen Habib-i Neccar, şehre giderek Antakyalılara "Sizden hiçbir ücret talep etmeden Hakk dinini anlatan bu elçilerin söylediklerine uyun" diye seslenir. İsa'nın elçileri de, Habib-i Neccar da işkence altında şehit olurlar.
Habibi Neccar’dan çıkınca hemen yanda Cemal Ağa’nın konağı varmış, biz ilk gelişimizde keşfedemedik ama gözümüzün önündeymiş. Kocacığım içinden “off yine rezil olduk” diye diye benim hatırımı kırmamak için herkese “Demir’in evi nerde, Asi dizisindeki Cemal Ağa’nın konağı varmış burada, o nerde?” diye sormaktan helak oldu. Ama Cemal Ağa konağında da (yani Daphne’de), Asi-Demir evinde de fotoğraf çektirdim, içimde kalmadı.



Kuşlu Ev

Demir’in 37 numaralı evinde yaşayan insanlar o kadar tatlı ve misafirperver ki, kırk yıllık komşularıymış gibi içeri aldılar bizi, gezmemize izin verdiler. Alışmışlar artık, kaç yıl geçti ama hala her giden kapılarını çalıyormuş.

Cemal Ağa’nın konağı ise kapalıydı, biz gittiğimizde boştu yani. İçeriyi göremedik o yüzden. Doğrusu biraz da viran görünümlüydü, şehrin büyük çoğunluğu gibi.


Oradan sonra Zenginler Mahallesi’ne doğru ara sokaklarda yürürken Türk Katolik Kilisesi’ni keşfettik. Eski bir evden dönüştürülmüş bu kilisenin cemaati Türk. Orda görevli bayanın yönlendirmesiyle yukarı çıkıp kilise çanı ve cami minaresinin aynı karede göründüğü şu fotoğrafı çektik:


Artık dolaşmaktan yeterince yorulduğumuza kanaat getirdiğimizde otelimize dönüp biraz dinlendik. Sonra akşam yemeğimizi de Anadolu Restoran’da yedik. Aniden çıkan rüzgarla ne yediğimizi pek anlamadık, apar topar yiyip kalktık, ama otele döndüğümüzde göbekler yine şişmişti.
Böylelikle Antakya’daki ilk günümüzü mutlulukla sonlandırdık...

2.gün: 30 Nisan 2012  – Pazartesi

İkinci günümüzde, İstanbul’dan bizden bir gün önce yola çıkıp önce Adana’ya uğradıkları için Antakya’ya biraz gecikmeli olarak Pazar akşamı varan arkadaşlarımızla buluştuk. Kahvaltıdan sonra arabayla Çevlik sahiline geçtik, oradan da Titus tünellerine doğru yorucu ama çok güzel bir yürüyüşe çıktık.

Çevlik sahilleri

Titus tünellerinde incecik kanalların üzerinden seke seke yürüdük, tünelin diğer ucunda ışığı görünce sonuna kadar gittik. Düştük düşüyoruz, buradan nasıl atlarız derken biraz heyecanlandık ama çok da eğlendik.


Titus Tünelleri 

Beşikli Mağara 
Biraz ansiklopedik bilgi:
Şehrin, dağın hemen bitiminde, dağdan gelen derelerin ağzında bir iç limanı vardı. Sellerin bu limanı doldurması tehlikesi ortaya çıkınca imparator Vespasianus zamanında dağ delinerek bir tünel açılması kararlaştırıldı. Tünel Titus zamanında tamamlandı ve derenin önü bir duvarla kapatılarak sel suları bu tünel vasıtası ile uzaklara akıtıldı, böylece limanın dolması engellenmiş oldu. Tünelin deniz tarafındaki girişine göre sağ tarafta, 100 mt  kadar uzaklıkta kaya mezarları vardır burada kayalara oyulmuş mağaraların içinde bulunan çok sayıda mezarın en çok ilgi çekeni, çukurun tabanındaki geniş mağaradır. İçinde çok sayıda mezar bulunan bu mağara diğerlerinden farklı yapılmış yüksek ve gösterişli bir mezar yüzünden halk arasından ''Beşikli Mağara'' olarak anılmaktadır
 O zamanda bu tünelleri nasıl kazmışlar, kim bilir...

Titus’tan sonra Harbiye’ye devam ettik ama Şelale’ye gitmeden önce Kule Restoran’da enfessss bir yemek yedik. Gerçi önden gelen mezeler o kadar güzeldi ki, ana yemek güzel miydi, onu pek hatırlayamıyorum. Çünkü yiyecek pek yer kalmamıştı.


Kule Restoran

Daha sonra Şelale’ye yürüdük birazcık, kulağımızda su sesiyle çaylarımızı içtik, çıkışta defne sabunu ve ipekli şallar almayı da unutmadık.


‘Şelale’

Antakya merkeze döndükten sonra Uzun Çarşı’ya tekrar uğrayıp Çınaraltında künefemizi yiyip otelimize öyle döndük. Akşam yemeğinde Sultan Sofrası’na gitme niyetimiz vardı ama o kadar toktuk ki yemeği atladık.
10 civarı Cabaret bara gidip biraz güldük, şarkı söyledik. Bir ara Karadeniz türküleri çalmaya başladılar, ne oluyoruz demeye kalmadan öğrendik ki patronun özel isteğiymiş. Garson kızını özlemiştir belki dedi, Karadeniz’de okuyormuş kızı. Biz de hemen ayak uydurduk ortama tabi.



Saatler ilerledikçe keyfimiz de arttı, hatta 12’den sonra artık 1 Mayısa girmiş olduğumuz için işçi bayramını da kutladık bir yandan... Solistlerin ikisinin de sesi çok güzeldi üstelik... Hala kulaklarımda o güzel melodi var...

Bu kente yalnızlık çöktüğü zaman
Uykusunda bir kuş ölür ecelsiz
Alıp da başını gitmek istersin
Karanlık sokaklar kör sağır dilsiz

Ey sevda kuşanıp yollara düşen
Bilesin bu yollar dağlar dolanır
yare ulaşmadan düşersen eğer
Yarına sesinin yankısı kalır

Gecenin ucundan gün aralanır
Yar sevdası ile yürek bilenir
Sızılı bir ırmak uğurlar seni
    su olup akarsın kır çiçeklenir...


 Böylece
Antakya’daki ikinci günümüzün de sonuna geldik...

3.gün: 1 Mayıs 2012 – Salı

Bir önceki gecenin yorgunluğuyla biraz zor uyandık, ama yine de çok geç kalmadan kahvaltımızı edip sokaklara attık kendimizi. Günün programı kiliseleri gezmek üzerineydi. Sırayla Ortodoks, Protestan kiliselerine ve Havraya uğradık. Ama sadece Ortodoks kilisesi açıktı, orayı gezebildik.


Henüz Antakya’yı gezmemiş arkadaşlarla bir kez daha şehir turu attıktan (ve bir kez daha haytalı yedikten) sonra, St. Pierre kilisesini de görmek üzere yola çıktık. 15 numaralı otobüsle kolayca kilisenin bulunduğu yere vardık. Kiliseye gitmek için otobüsten inince birazcık daha yokuş yukarı yürümek gerekiyor.
Şimdi düşünüyorum da, bu kiliseye uğramış olmasaydık, güzel hatıralarımız hafızamıza çok daha keskin kazınmış olabilirdi. Ama Hıristiyanlar için çok önemli olan bu kiliseyi ve etrafını bu halde görünce biraz mahcubiyet ve utanç yaşamadık dersek yalan olur.
Alıntı...
Saint Pierre Kilisesi, Stauris Dağı'nın batısında kayalara oyulmuş 13 metre derinliğinde, 9.5 metre genişliğinde ve 7 metre yüksekliğinde bir mağaradan oluşmaktadır. Antakya'daki ilk Hıristiyanların gizli toplantıları için kullandıkları bu mağara Hıristiyanlığın en eski kiliselerinden biri olarak kabul edilir...
Kilisenin ortasındaki taş sunağın üstünde eskiden 21 Şubat tarihinde Antakya'da kutlanan Saint Pierre Kürsüsü Bayramı için yerleştirilen taştan bir kürsü vardır. Sunağın üzerindeki mermer Saint Pierre heykeli 1932 yılında yerleştirilmiştir. 1098 yılında Antakya'yı ele geçiren haçlılar kiliseyi birkaç metre daha uzatıp iki kemerle ön cepheye bağlamışlardır. Bu cephe 1863 yılında, Papa IX.Pius'un isteğiyle restore işlerine girişen Kapuçin rahipleri tarafından yeniden yapılmıştır. Restorasyona III. Napolyon da katkıda bulunmuştur. Kilise girişinin solunda duran kalıntılar bir zamanlar ön cephenin önünde bulunan revaktan geriye kalmıştır.
Bahçenin birkaç yüzyıl mezarlık olarak kullanıldığı bilinmektedir. Kilisenin iç kısmında da özellikle sunağın çevresinde de mezarlar bulunmuştur. Günümüzde bir müze olan kilisede valiliğin izniyle müze müdürlüğü denetiminde ayin yapılabilmektedir.
Görünen o ki bu kilisede hala ayinler yapılıyormuş, ama biz gittiğimizde kocaman kocaman teyzeler kürsüye oturup fotoğraf çektiriyor, çocuklar ayinlerin yapıldığı kürsünün üzerinde zıplıyorlardı. Görevlileri haberdar ettik hemen, ama yine de böyle bir değerin böyle korumasız kalmış olması garibimize gitti. Sonuçta şehre gelen yabancılar illa ki buraya geliyorlardır ama bulacakları şey çöplüğün içinde bir kilise oluyor sadece.


St. Pierre Kilisesi

İşte bu da kilisenin karşısındaki manzara



Bilmiyorum tam karşıdan görünen viraneler, su kanallarının içindeki çöpler bu fotoğraflardan yeterince anlaşılabiliyor mu... Antakya’da çok güzel şeyler gördük, çok sevdik, çok da güzel bir tatil yapmış olduk ama eleştirmeden de geçemedik. Belediyenin en azından buralara el atmış olması gerekmez miydi? Bu nasıl bir şehircilik anlayışıdır, kavramak zor ama işte burası Türkiye.

Son durak olarak methini çok duyduğumuz Sultan Sofrası’na uğradık, karnımızı doyurduk, eve getirmek üzere biber salçamızı, zeytin reçelimizi, kireçte kabak tatlımızı da aldık ve Mado Evi’nin önünden Havaş’a binip uçağımıza binmek üzere yola düştük. Benim Asi’den beri özel bir ilgiyle sevdiğim bu şehri arkamızda bırakarak İstanbul’daki koşuşturmalı hayatımıza bıraktığımız yerden geri döndük...

adenozintriP
http://www.scribd.com/doc/92152368/Antakya


8 Mayıs 2012 Salı

Tülay Günal'a ödül

“17. Sadri Alışık Sinema ve Tiyatro Ödülleri ” sahiplerini buldu ! …


Müzikal ya da Komedi Dalında Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu 
Tülay Günal 
“Ben Bertolt Brecht” – Dostlar Tiyatrosu


Sevgili İlhan Bosut'un haberinin tamamına aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz...


3 Mayıs 2012 Perşembe

Tülay Günal'ın adaylığı...



"Türkiye’de sinema ve tiyatro dallarında tek ödül veren “Sadri Alışık Sinema ve Tiyatro Oyuncu Ödülleri”nin bu yıl 17.si gerçekleşiyor."
Müzikal ya da Komedi dalında yılın en başarılı kadın oyuncusu ödülü adaylarından biri  'Ben Bertold Brecht' deki performansıyla Tülay Günal...

Haberle ilgili detaylı bilgiyi Sinema & Televizyon Lifestyle'da İlhan Bosut'un kaleminden,  okuyabilirsiniz...
http://sinematelevizyonlifestyle.com/?p=15734



1 Mayıs 2012 Salı

Abide...

Merhaba Dostlar,

Malum Monte Carlo TV İzleyici Ödülleri'nin beklentisi içindeydik bu sene de. Yönetmenimiz Cevdet Mercan'ın,  Asi'nin  yabancı ülkelere satışıyla ilgili verdiği röportajından sonra çok büyük sürpriz olmazdı bu dalda bir kez daha aday olması.

Açıklanan 2012 listesinde  yer almıyor ne yazık ki Asi. Keşke bir kez daha bize bu keyfi tattırabilseydi... çok isterdik. Ama bu sene aday olmayışı şu ana kadar yakaladığı olağanüstü çizgisinden bir şey kaybettirmiyor.

Türk Dizi sektörü için bir ilki başardı Asi... olum ve ölüm misal... değiştirilemez bir yerde öylece 'abide' gibi duruyor .


ribelle/12 Haziran 2011