Sevgili
adenozintriP'e, dizinindibi.com'da paylaştığı Antakya yolculuğunu, asi-demir.com'da paylaşmamıza da izin verdiği için çok teşekkür ediyorum ve lafı çok uzatmadan size kendisiyle muhteşem bir yolculuk etmek üzere yalnız bırakıyorum.
Bu kente yalnızlık çöktüğü zaman
Uykusunda bir kuş ölür ecelsiz
Alıp da başını gitmek istersin
Karanlık sokaklar kör sağır dilsiz
Ey sevda kuşanıp yollara düşen
Bilesin bu yollar dağlar dolanır
yare ulaşmadan düşersen eğer
Yarına sesinin yankısı kalır
Gecenin ucundan gün aralanır
Yar sevdası ile yürek bilenir
Sızılı bir ırmak uğurlar seni
su olup akarsın kır çiçeklenir...
Antakya’dayız...
1.gün: 29 Nisan 2012 Pazar
Sabah 10:00 uçağıyla İstanbul Atatürk Havalimanı’ndan Hatay’a doğru yola çıktık. Öğle saatlerinde Hatay’daydık.
Hava alanı
Havaş otobüsleriyle Antakya merkeze geldik ve Antik Grand Hotel’e yerleştik. Bu arada yolda önünden geçtiğimiz Savon Otel’in de kapıdan kaçak göçek bir resmini çekmeyi ihmal etmedik.
Savon Otel’ın kapısından içeri göz atmaca
Antakya’ya gelene kadar şehrin vasat görüntüsünü görmezden gelmeye çalıştık, ama doğrusu şehrin 20 - 30 sene önce terkedilmiş afet bölgesi görüntüsünü pek görmezden gelinebilecek türden değildi. Yine de güzelliklere odaklanarak motivasyonumuzu yüksek tuttuk. Antakya’da Asi nehrini görünce içimizi bir mutluluk kapladı, en azından ben pek bir hevesliydim şehri hemencecik gezmeye.
Vali Ürgen Meydanı
Asi Nehri / Orontes
Antakya’da ilk icraatımız hemen yemek yemeye başlamak oldu. Öncelikle tam otelimizin karşısında bulunan Abdo’dan leziz dürümlerimizi yedik, sonra da Uzun Çarşı’ya yönelip meşhur künefeci Yusuf Ustanın yerini aramaya başladık.
Çınaraltı’nda Yusuf Usta’nın künefesi
Bu künefeyi bir yiyen pişman bir de yemeyen. Yedikten sonra gelen pişmanlık şundan: bir kere yedikten sonra hep yemek istiyorsunuz! Biz mesela, ertesi gün de gelip yedik, hatta kartını aldık İstanbul’a sipariş veririz diye.
Karnımız doyduktan ve meydana biraz aşinalık kazandıktan sonra doğruca Arkeoloji Müzesi’ne gittik. O kadar çok ve kıymetli eser var ki, mutlaka görmek gerek.
Tabi turumuz biraz kültür, bolca yemek üzerine kurulu olduğundan, oradan çıkıp yine bir şeyler yemek zorundaydık. Biz de Affan kahvesinde aldık soluğu ve missss gibi haytalılarımızı yedik. Tadı damağımızda kaldı, ertesi gün gene yedik. Haytalının insanı ferahlatan bir tadı var, dondurması da sanki bildiğimiz dondurma değilmiş gibi ayrı bir leziz.
Ben hiç bici bici yemedim ama ikisini de tadanlar gerçekten haytalının asla bici bici olmadığı konusunda hem fikir. Yiyen arkadaşlarımın yalancısıyım, bici bici haytalının yanında solda sıfır kalıyormuş…
İşte Affan kahvesi: aşağıdaki fotoğraflardan ikisi kahvenin önünden, yani cadde tarafından, diğeri de arkadaki bahçe tarafından… Ön taraf kıraathane, arka taraf kafe gibi sanırım, tam konsepti kavrayamadım.
Affan kahvesi
Antakya merkez küçük bir yer, yarım saatte her tarafı yayan yepelek dolaşabiliyor insan. Biz de boş durmadık, Affan’dan çıktık, az ilerideki Habibi Neccar Camii’ne girdik.
Habibi Neccar Camii
Vikipedi’den bir tutam bilgi:
Habibi Neccar Camii Anadolu’da yapılan ilk cami olarak bilinir. Cami Roma dönemine ait bir pagan tapınağının üzerine inşa edilmiştir. Günümüzdeki cami Osmanlı dönemi eseridir, etrafı Medrese odaları ile çevrilidir. Avlusunda 19.yy eseri bir şadırvan bulunur. Caminin kuzeydoğu köşesinde İsa’nın havarilerinden Yunus (Yuhanna) ve Yahya(Pavlos) ile onlara ilk inanan ve şehit edilen ilk kişi olan Antakyalı Habib-i Neccar’ın türbesi bulunur. Kıssaya göre, M.S. 40’lı yıllarda İsa, havarilerinden Yunus (Yuhanna) ve Yahya’yı (Pavlus) Antakya’ya gönderir. Bu iki elçi Antakya'ya girerken koyunlarını otlatan marangoz Habib-i Neccar ile karşılaşır (neccar, marangoz demektir). Neccar, yatalak oğlunun elçiler tarafından iyileştirilmesi üzerine İsa'nın getirdiği dine iman eder. Ancak Antakyalılar elçileri hoş karşılamaz ve onları hapse atarlar. İsa, bunun üzerine Barnabas’ı şehre üçüncü elçi olarak gönderir. Elçilerin tüm çabalarına rağmen halk İsa’nın dinine inanmaz ve onları öldürmeyi planlar. Bunu öğrenen Habib-i Neccar, şehre giderek Antakyalılara "Sizden hiçbir ücret talep etmeden Hakk dinini anlatan bu elçilerin söylediklerine uyun" diye seslenir. İsa'nın elçileri de, Habib-i Neccar da işkence altında şehit olurlar.
Habibi Neccar’dan çıkınca hemen yanda Cemal Ağa’nın konağı varmış, biz ilk gelişimizde keşfedemedik ama gözümüzün önündeymiş. Kocacığım içinden “off yine rezil olduk” diye diye benim hatırımı kırmamak için herkese “Demir’in evi nerde, Asi dizisindeki Cemal Ağa’nın konağı varmış burada, o nerde?” diye sormaktan helak oldu. Ama Cemal Ağa konağında da (yani Daphne’de), Asi-Demir evinde de fotoğraf çektirdim, içimde kalmadı.
Kuşlu Ev
Demir’in 37 numaralı evinde yaşayan insanlar o kadar tatlı ve misafirperver ki, kırk yıllık komşularıymış gibi içeri aldılar bizi, gezmemize izin verdiler. Alışmışlar artık, kaç yıl geçti ama hala her giden kapılarını çalıyormuş.
Cemal Ağa’nın konağı ise kapalıydı, biz gittiğimizde boştu yani. İçeriyi göremedik o yüzden. Doğrusu biraz da viran görünümlüydü, şehrin büyük çoğunluğu gibi.
Oradan sonra Zenginler Mahallesi’ne doğru ara sokaklarda yürürken Türk Katolik Kilisesi’ni keşfettik. Eski bir evden dönüştürülmüş bu kilisenin cemaati Türk. Orda görevli bayanın yönlendirmesiyle yukarı çıkıp kilise çanı ve cami minaresinin aynı karede göründüğü şu fotoğrafı çektik:
Artık dolaşmaktan yeterince yorulduğumuza kanaat getirdiğimizde otelimize dönüp biraz dinlendik. Sonra akşam yemeğimizi de Anadolu Restoran’da yedik. Aniden çıkan rüzgarla ne yediğimizi pek anlamadık, apar topar yiyip kalktık, ama otele döndüğümüzde göbekler yine şişmişti.
Böylelikle Antakya’daki ilk günümüzü mutlulukla sonlandırdık...
2.gün: 30 Nisan 2012 – Pazartesi
İkinci günümüzde, İstanbul’dan bizden bir gün önce yola çıkıp önce Adana’ya uğradıkları için Antakya’ya biraz gecikmeli olarak Pazar akşamı varan arkadaşlarımızla buluştuk. Kahvaltıdan sonra arabayla Çevlik sahiline geçtik, oradan da Titus tünellerine doğru yorucu ama çok güzel bir yürüyüşe çıktık.
Çevlik sahilleri
Titus tünellerinde incecik kanalların üzerinden seke seke yürüdük, tünelin diğer ucunda ışığı görünce sonuna kadar gittik. Düştük düşüyoruz, buradan nasıl atlarız derken biraz heyecanlandık ama çok da eğlendik.
Titus Tünelleri
Beşikli Mağara
Biraz ansiklopedik bilgi:
Şehrin, dağın hemen bitiminde, dağdan gelen derelerin ağzında bir iç limanı vardı. Sellerin bu limanı doldurması tehlikesi ortaya çıkınca imparator Vespasianus zamanında dağ delinerek bir tünel açılması kararlaştırıldı. Tünel Titus zamanında tamamlandı ve derenin önü bir duvarla kapatılarak sel suları bu tünel vasıtası ile uzaklara akıtıldı, böylece limanın dolması engellenmiş oldu. Tünelin deniz tarafındaki girişine göre sağ tarafta, 100 mt kadar uzaklıkta kaya mezarları vardır burada kayalara oyulmuş mağaraların içinde bulunan çok sayıda mezarın en çok ilgi çekeni, çukurun tabanındaki geniş mağaradır. İçinde çok sayıda mezar bulunan bu mağara diğerlerinden farklı yapılmış yüksek ve gösterişli bir mezar yüzünden halk arasından ''Beşikli Mağara'' olarak anılmaktadır
O zamanda bu tünelleri nasıl kazmışlar, kim bilir...
Titus’tan sonra Harbiye’ye devam ettik ama Şelale’ye gitmeden önce Kule Restoran’da enfessss bir yemek yedik. Gerçi önden gelen mezeler o kadar güzeldi ki, ana yemek güzel miydi, onu pek hatırlayamıyorum. Çünkü yiyecek pek yer kalmamıştı.
Kule Restoran
Daha sonra Şelale’ye yürüdük birazcık, kulağımızda su sesiyle çaylarımızı içtik, çıkışta defne sabunu ve ipekli şallar almayı da unutmadık.
‘Şelale’
Antakya merkeze döndükten sonra Uzun Çarşı’ya tekrar uğrayıp Çınaraltında künefemizi yiyip otelimize öyle döndük. Akşam yemeğinde Sultan Sofrası’na gitme niyetimiz vardı ama o kadar toktuk ki yemeği atladık.
10 civarı Cabaret bara gidip biraz güldük, şarkı söyledik. Bir ara Karadeniz türküleri çalmaya başladılar, ne oluyoruz demeye kalmadan öğrendik ki patronun özel isteğiymiş. Garson kızını özlemiştir belki dedi, Karadeniz’de okuyormuş kızı. Biz de hemen ayak uydurduk ortama tabi.
Saatler ilerledikçe keyfimiz de arttı, hatta 12’den sonra artık 1 Mayısa girmiş olduğumuz için işçi bayramını da kutladık bir yandan... Solistlerin ikisinin de sesi çok güzeldi üstelik...
Hala kulaklarımda o güzel melodi var...
Bu kente yalnızlık çöktüğü zaman
Uykusunda bir kuş ölür ecelsiz
Alıp da başını gitmek istersin
Karanlık sokaklar kör sağır dilsiz
Ey sevda kuşanıp yollara düşen
Bilesin bu yollar dağlar dolanır
yare ulaşmadan düşersen eğer
Yarına sesinin yankısı kalır
Gecenin ucundan gün aralanır
Yar sevdası ile yürek bilenir
Sızılı bir ırmak uğurlar seni
su olup akarsın kır çiçeklenir...
Böylece
Antakya’daki ikinci günümüzün de sonuna geldik...
3.gün: 1 Mayıs 2012 – Salı
Bir önceki gecenin yorgunluğuyla biraz zor uyandık, ama yine de çok geç kalmadan kahvaltımızı edip sokaklara attık kendimizi. Günün programı kiliseleri gezmek üzerineydi. Sırayla Ortodoks, Protestan kiliselerine ve Havraya uğradık. Ama sadece Ortodoks kilisesi açıktı, orayı gezebildik.
Henüz Antakya’yı gezmemiş arkadaşlarla bir kez daha şehir turu attıktan (ve bir kez daha haytalı yedikten) sonra, St. Pierre kilisesini de görmek üzere yola çıktık. 15 numaralı otobüsle kolayca kilisenin bulunduğu yere vardık. Kiliseye gitmek için otobüsten inince birazcık daha yokuş yukarı yürümek gerekiyor.
Şimdi düşünüyorum da, bu kiliseye uğramış olmasaydık, güzel hatıralarımız hafızamıza çok daha keskin kazınmış olabilirdi. Ama Hıristiyanlar için çok önemli olan bu kiliseyi ve etrafını bu halde görünce biraz mahcubiyet ve utanç yaşamadık dersek yalan olur.
Alıntı...
Saint Pierre Kilisesi, Stauris Dağı'nın batısında kayalara oyulmuş 13 metre derinliğinde, 9.5 metre genişliğinde ve 7 metre yüksekliğinde bir mağaradan oluşmaktadır. Antakya'daki ilk Hıristiyanların gizli toplantıları için kullandıkları bu mağara Hıristiyanlığın en eski kiliselerinden biri olarak kabul edilir...
Kilisenin ortasındaki taş sunağın üstünde eskiden 21 Şubat tarihinde Antakya'da kutlanan Saint Pierre Kürsüsü Bayramı için yerleştirilen taştan bir kürsü vardır. Sunağın üzerindeki mermer Saint Pierre heykeli 1932 yılında yerleştirilmiştir. 1098 yılında Antakya'yı ele geçiren haçlılar kiliseyi birkaç metre daha uzatıp iki kemerle ön cepheye bağlamışlardır. Bu cephe 1863 yılında, Papa IX.Pius'un isteğiyle restore işlerine girişen Kapuçin rahipleri tarafından yeniden yapılmıştır. Restorasyona III. Napolyon da katkıda bulunmuştur. Kilise girişinin solunda duran kalıntılar bir zamanlar ön cephenin önünde bulunan revaktan geriye kalmıştır.
Bahçenin birkaç yüzyıl mezarlık olarak kullanıldığı bilinmektedir. Kilisenin iç kısmında da özellikle sunağın çevresinde de mezarlar bulunmuştur. Günümüzde bir müze olan kilisede valiliğin izniyle müze müdürlüğü denetiminde ayin yapılabilmektedir.
Görünen o ki bu kilisede hala ayinler yapılıyormuş, ama biz gittiğimizde kocaman kocaman teyzeler kürsüye oturup fotoğraf çektiriyor, çocuklar ayinlerin yapıldığı kürsünün üzerinde zıplıyorlardı. Görevlileri haberdar ettik hemen, ama yine de böyle bir değerin böyle korumasız kalmış olması garibimize gitti. Sonuçta şehre gelen yabancılar illa ki buraya geliyorlardır ama bulacakları şey çöplüğün içinde bir kilise oluyor sadece.
St. Pierre Kilisesi
İşte bu da kilisenin karşısındaki manzara
Bilmiyorum tam karşıdan görünen viraneler, su kanallarının içindeki çöpler bu fotoğraflardan yeterince anlaşılabiliyor mu... Antakya’da çok güzel şeyler gördük, çok sevdik, çok da güzel bir tatil yapmış olduk ama eleştirmeden de geçemedik. Belediyenin en azından buralara el atmış olması gerekmez miydi? Bu nasıl bir şehircilik anlayışıdır, kavramak zor ama işte burası Türkiye.
Son durak olarak methini çok duyduğumuz Sultan Sofrası’na uğradık, karnımızı doyurduk, eve getirmek üzere biber salçamızı, zeytin reçelimizi, kireçte kabak tatlımızı da aldık ve Mado Evi’nin önünden Havaş’a binip uçağımıza binmek üzere yola düştük. Benim Asi’den beri özel bir ilgiyle sevdiğim bu şehri arkamızda bırakarak İstanbul’daki koşuşturmalı hayatımıza bıraktığımız yerden geri döndük...
adenozintriP
http://www.scribd.com/doc/92152368/Antakya