30 Eylül 2011 Cuma

Geleceğin kardeşlerine...

...
bu sayfalara uğrayamadığım her gün... asırlar kadar uzun geliyordu zaten...
uğradım... ne göreyim... Sevgili AcemiDemirci'ye günümüz yetmemiş... yüz yıllar sonrasına belge bırakmış... ben durur muyum...
ben de kendi... MÖ'mi yazarak başlarım...
yıl... 2007...
çalışma yaşamımın son dönemlerinde işlerimizin en azından bir kısmını bilgisayarla yapar olmuştuk... bolca sayılar gelir geçerdi klavyeden ekrana...
ama... bir dizi izledim... her şey değişti... bundan sonra ne işime yarar dediğim... uzunca süre edinmemek için ev halkına da terör estirdiğim (bu bir itiraftır ayrıca...) bilgisayar, geldi ve yaşamımın baş köşesine kuruldu... bir haşır-neşir oldum sormayın...
içinde ne kadar Asi geçen paylaşım alanı varsa... çoğuna göz gezdirdim...
yüreğimde yer edenlere üye olup... başladım yazılara...
ama baktım...
ı-ıhh... bir şeyler eksik...
ben bu diziyi kayda almazsam olmaz dedim... önüme çıkan kapasite sorununu bizim evin teknolojiden sorumlu bakanı küçük kız kardeşle hallediverdik.
ohh...
bizim pc'nin kapasitesi... Asi'nin... uçsuz bucaksız tarlaları gibi...
megabayt... cigabayt... bayt... bayt... başladım kayıtlara...
olmadı... yine bir şeyler eksik...
ee... kaydettiklerimizi cidi'lere... dividi'lere aktarmadan olmaz...
yine küçük kız kardeş... Hüdayda diyarından yetişti yardıma... günlerden bir gün... kapıya gelen kutudan bir kayıt ve gösterme aygıtı çıktı...
kim tutar beni...
eller... "bas bas paraları Leyla"ya diye dursun... ben Asi bölümlerimi bastırdım... o cidi'lere... dividi'lere... Asidostlarım ile bile paylaştım...
sonsuza dek sürecek 71 bölümü bir kaç teker içine sığdırdı... gözünü sevdiğimin teknolojisi... (yıl... 2400'den nasıl görünür bilmem ama... bugün böyle... )
ancak;
şimdi aldı mı beni bir dert...
ev halkına... her zaman... her durumda...
önce benim "Asi'lerim" kurtarılacaktır... der dururum...
ya benden sonra... ?
hem de çooookk sonra...
bir kaç asırlık sonralardan...
ama onun da çözümünü kendimce bulur gibiyim... de...
de... dedirten ufak tefek engellerim var...
bulduğum çözüm için... araziye çıkmam gerek...
ama bu aralar diz bağlarım yırtık...
ne işin var demeyin...
neden mi araziye çıkacağım...
şöyle bir kaç düzine daha Asi Dvd'lerinden hazırlayıp... toprağa gömeceğim... üzerine... baraj... beton yığını konutlar yapılmayacak olan yerler bulmam gerek...
işe... Kozcuoğlu tarlalarından mı başlamalı acaba... ne dersiniz...

insan denen canlı... meraklıdır... yapısı gereği...
binlerce yıldır çeşitli uygarlıklara ev sahipliği yapmış özel ve güzel bir coğrafyada yaşıyoruz...
kimileri... tarih için... kimileri tahrif için kazar durur toprağı...
işte... 2400'lerde de... insanlar geçmişlerini merak ederlerse...
geçmiş de çoğunlukla toprağın altındadır ya...
işte onlara kolaylık olsun diye... Asi Dvd'lerini oraya... buraya... elimin değidiği her yere gömeceğim...
ve ... ne olur bunu çevreyi kirletme olarak almayın...
ki...
bizler...
bizden önceki yüzyıllarda yaşamış sevdalara bugün bile tanıklık ederiz...
bizden sonrakiler de ... eğer... hala... sol yanlarında çarpan bir yürek taşıyorlarsa...
kendilerinden önceki yaşanmış sevdalara tanıklık etsinler...
bu sevdanın adı da Asi olsun...
sevdayı sevda yapan... AsiDemir'i tanısınlar...
tozlu köy yollarının... mağrur prensesinin ...
dili ketum ama... bir bakışı... binlerce söz söyleyen genç bir adamın...
kadim zamanların şehrinin...
bereketli toprağının öyküsünü öğrensinler...

Tanrı... herkese uzun ve sağlıklı ömürler versin...
ama...
2400'e erişmekte zorlanacağımız kesin...
DNA'larımız... yeniden bir araya gelir mi... bilemem... beni aşar...
ama... toprak... kendine emanet edileni saklar... .

o günlerde... yaşam sürecek birileri de mutlaka toprağa el atar...
ne görsün... *naile*nin geleceğe bıraktığı yegane mirası ... Asi Dvd'leri...

ey... 2400'lü yılların kardeşi...
teknolojimize gülme...
bu tekerler de ne deme...
bir yolunu bul... otur... izle...
bulabilirsen... Asi için... kimler ne yazmış... bir göz gezdir... Asi-demir.com tavsiye edilir...
sana da benim gibi... gecenin bir yarısı yazı yazdırmazsa... izleyeceğin ASİ... ne olayım...
ve sen de kendi teknolojinle onları çoğalt... senden sonra geleceklere bırak...
bugünün ol tarihi... 26 Eylül 2011...
yazan da... *naile*


*naile*, Sohbet Köşesi, 26 Eylül 2011


MERVE61

24 Eylül 2011 Cumartesi

2400 yıllarında...

71 bölümlük bir dizi başlamış ve bitmiş. İki bin yılının ilk onunda. Ardında 71 bin iflah olmaz tutkun bırakarak. O tutkunlar ki bir tutunmuşlar o diziye, bir tutunmuşlar bırakmamacasına. Midyelerin iskele ayakların tutunması gibi. Sımsıkı.

Dizi bir defne ağacıysa Hatay bayırlarında akan Asi kenarında, tutkunları sarmaşık olmuş. Dolanıp durmuşlar ağaca. Dalı olmuşlar, yaprağı olmuşlar sanki defnenin. Öyle tutunup kalmışlar.

71 haftanın ardından anlatadurmuşlar 71 hafta boyunca izledikleri dağları, tepeleri, tarlaları. Ve o dağlardaki, tepelerdeki, tünellerdeki, tarlalardaki bir gizli saklı sevdayı. Gizliliği saklılığı kalmayınca da istenmeyen sevdayı. O hasım ailelerin birbirlerine sevgilerini söyleyemeyecek kadar gururlu sevdalılarının gözyaşlarını gözyaşlarıyla izlemişler. Ama sevda dalgasının kıyıdaki tüm nefretleri yıkayıp derin mavi sularda arındırdığını da anlatmışlar torunlarına onlar da torunlarının torunlarına.

Anlatmış tutkunlar, taş evli çiftliğin kızı ile yan çiftliğin oğlunun aşkın. Yetmemiş yazmışlar. Söyleyegelmişler. Sonraları da söylenegelmiş bu sevda. Artık anlattıkları sevdanın bir dizi sevdası olduğunu herkes unutmuş. Ferhat ile Şirin’den, Kerem ile Aslı’dan sonra hemen onlar akla gelmiş ilk. Bir de “Asi’ye ile Demir’in sevdası var” diye eklemişler destansı aşklardan bahsederken. “Onlar da Hatay’da yaşamışlar. Kız, çiftlik kızıymış. Büyüdüğü yerlerden hiç çıkmamışmış dışarılara. Belki yakınlara gitmiş ama başka yaşamlara yabancıymış. Lastik çizme giyermiş. Saçları upuzun ve maşalıymış. Gözleri Asi Nehri’nin yosunlarına boyanmış. Zengin kızıymış, ağa torunuymuş ama fakirliği de bilirmiş. Babasının borçlarını ödemek için yan çiftlikte işçi olarak bile çalışmış, sevdiği oğlanın yanında. Oğlan patron, kız işçi olmuş hatta. Ama oğlan hiç hissettirmemiş bunu. Oğlan da vaktiyle kızın babasının yanında çalışan bir işçi kızın oğluymuş. İftira atılmış annesine, hırsız tutmuşlar kadıncağızı. O da gururuna yedirememiş bu iftirayı. Canına kıymış Asi sularında. Çocuklarını da yanında götürmek istemiş ama oğlan kurtulmuş. Küçük kız kardeşini de kurtarmış. Sonra onları teyzeleri büyütmüş uzaklarda, ta İstanbul’da. Teyzesinin kocası pek tekin bir adam değilmiş. Nasıl işlere karıştıysa yaptıysa çok zengin olmuş adam. Sonra da tüm mirasını karısına bırakıp ölmüş. Teyze de kendine –öldü- denilse de öldüğüne inanmadığı oğlunu bulmak için yollara düşmüş Hatay’a doğru İstanbullardan. Aradığı oğlunun babası, çiftçi kızın babasıymış meğer. Oğlunu aramaya gelmiş. Oğlu bellediği ölen ablasının oğlu tutup hasım çiftliğin kızına gönlünü kaptırmış. Kız güzelmiş güzel olmasına hem de çok, iyi yürekliymiş de. Gel gör ki onun yaşadığı çiftlik düşman çiftlikmiş. İki çiftlik arasında aşk olmazmış. Dostluk bile olmazmış hatta. -Olmaz bu sevda- deyip, kestirip atmış teyze de kızın ailesi de. Ama ne oğlanın kalbi ne kızın kalbi dinlememiş hiç kimseyi. Hatay yeli onların başında esmiş. Akılları uçup gitmiş birbirine. Sonra oğlan alıp başını çekip gitmiş. Kız yol gözlemiş yıllarca. Hatta bir de kızları olmuş. Kız, izini bulmuş sonraları oğlanın ama gururu onu hep engellemiş. Derken oğlan çok hasta olmuş. Kız imdadına koşmuş. Kızın ve kızının sevgisi ile oğlan iyileşmiş” diye bir başka destan anlatılmaya başlanır dört yüz yıl sonra, 2400 yıllarında Hatay ovalarında, Ankara’da, İstanbul’da, Almanya’da, Arabistan’da, Güney Amerika’da.
Acemi Demirci,Sohbet Köşesi, 21.09.2011

zinednah

21 Eylül 2011 Çarşamba

Bir su sesi gelsin...

Tarla tapan olsun da gezinecek, eller ekinlere değerek dolanacak. İster buğday dikili olsun ister ayçiçeği. Ya da mısır. Yeter ki bir tarla olsun. Maydanoz tarlaları etrafı yeşilin koyusuna bürüsün. Bir mısır tarlasında upuzun boy vermiş mısırları elleriyle aralayarak geçen toprak sevdalısı, toprak gönüllü, tevazusu da var, diklenmesi de ama en önce bir çiftliğin çiftçi kızı olsun da. Adı ASİ’ye olsun.

Buğday başağı sarısı, toprak alası, nehir yosunu renklerinde eğleşmek olsun da. Bir koca ayçiçeğinin yanında koca gülümsemeyle gezenler olsun da tek. Çit olsun çubuk olsun. At olsun, at binilecek ıssız ve dingin sahiller olsun. Gözümüz de gönlümüz de doysun her türlü sevdaya. Tabiatından, karasevdasına.
Bir yel olsun, karşı dağlardan esen. Karşı dağlar mor olsun. Bazen başı bulutlu olsun. Gizli köşe olacak ağaç altları olsun tepelerinde. Bir geçidi de olsun, zorlu. Adı Titus Tüneli olsun. En dinmez isyanlarda akla ora gelsin. En dar tünellerden geçerken gerçek hayatta; diz çöküp haykırılacak yer olsun.

Kardeşler olsun etrafta. Öyle bir iki de değil hem. Hatta sonradan bilinme, bulunma bir abi bile olsun. Adı Aslan olsun.
Bir şehir olsun aramayla bulunamayacak. Binlerce yılın yükünü de taşımış sefasını da sürmüş. Güngörmüş bir şehir. Görmüş geçirmiş. Binlerce el onu oymuş, yontmuş olsun. O şehir, işlenmiş taşlarla güzelleşmiş olsun.

Çağlayanlarıyla gürlesin. Tarih koksun. Kültür tütsün. Sokakları dar olsun. Pencereleri, kapıları nakışlı olsun. Adı Hatay olsun. Ora dağlarından sökülmüş taşlardan bir çiftlik olsun. O çiftlikte tavuklar olsun, ördekler kazlar olsun. Terası esintili olsun. Avlusunda kızlar gezsin, gerçek anne kadar gerçek bir kadın dolansın mutfakta, kahyanın karısı. Adı Fatma olsun.

Bir su sesi gelsin hep kulaklara. O unutulmaz müzik çağıldasın. Kah Asi nehrinden kah ASİye’den. Tarlalardan, dağ eteklerinden geçsin nehir. Ters de aksa, aksın olsun varsın. Üzerinde taştan köprüler kurulu. Adı ASİ olsun.

Acemi Demirci, Sohbet Köşesi, 19.09.2011.

nls

Cezalandırıcı Sevgisi Oranında...

…beni de bir garip etkileyen bu 'ayçiçekleri' sahneleri ile ilgili nasıl iki kelam etmeden geçerim sayfalardan. … … bir türlü uzaklaşamamıştım ayçiçeklerinin geçmişten ve doğalarından getirdiklerinden... sadece asi-demir değil, benim için ayçiçekleri de o sahnenin vazgeçilmezidir, altın oranlarıyla, mitolojik zamanlardan kalma kıskançlığı simgeleyen anlamlarıyla... o sahnenin sahibidirler Asi ve Demir'le birlikte.

Çok düşünmüşümdür, bu sahnenin çekiminin bilinçli olarak mı bu ortamda yapılıp yapılmadığı konusunda. Vakitleri var mıdır onca koşuşturmaca arasında böyle detaylarla uğraşmaya... Ne yazık ki bu bağlantılarla Asi-Demir'i yaratmaya uğraşamayacak kadar aceleleri olduğu sonucuna vardım her defasında. Asi etkisi altında kalanların bir türlü anlaşılamaması, seyirciyi görünmez bağlarla bu diziye bağlayan detaylardan hiç haberlerinin olmadığının kanıtıdır sanıyorum. Yoksa bu bağlılığa bu kadar kadar şaşılmazdı... … …

... gözüm eskiden de Asi-Demir'den başkasını görmüyordu... şimdi de öyle... görmeyi bilen ve isteyen için öyle bir dünya serildi ki gözlerimizin önüne... seyrede seyrede, yaza yaza, çize boza bitiremedik hala. Zorlandım mesaja alacağım sahneyi ayırırken o kadar çok ve o kadar güzel enstantane var çünkü alınabilecek... onların böyle zamanlarında, bölük pörçük anlatabildiklerim, bana hissettirdikleri... biraz sayıklar gibi ortaya çıkarmayı başardığım duygularım... belki bu gün daha anlaşılır...

“… Gözalabildiğine ayçiçeği tarlası... yeşil saplarının üzerinde nasıl da mağrurca salınıyor kozmik fiziğin anahtarları, bu papatya familyası. Sanki bilmiyormuşum gibi, sanki bıktıracak kadar yazagelmiyormuşum gibi Asi-Demir’de hissettiğim mucizeleri, uyumu... kışkırtıyorlar daha da beni... ‘İşte bak doğanın altın oranı... aldık aramıza onları.’ Ne yorgunluk artık bu tesadüfler, ne de dermansız bırakılış... bir tür bakakalış. Okuduklarımla, gördüklerimle, inandıklarımla... benimle bu dizide buluşanlarla... hayal gücümü zorlayanlarla... sınırlara taşıyanlarla, kalakalış orada. Tanımazlıktan gelemiyorum bu defa da... bir kıskançlık miti dokunup dokunup kaçıyor aynı zamanda bana... her gün doğumunda tanrısına dönen o su perisinden farklı değil asi kızda... cezalandırıcı, sevgisi oranında. Kaskatı kesecek Asi’yi kıskançlık da... Saçları... birtek saçları teslim olmayacak onunda... dönecek adanmışlıkla tanrısına daima. Altın oran ve kıskançlık... kucaklıyorlar benim uçuk kaçık hayallerimde birbirlerini burada. “ (e.min yorumlar, 6 Haziran 2010)


e.min, Sohbet Köşesi, 17 Eylül 2011


Günebakan çiçeklerinin düşleri...

Bir günebakan öyküsü paylaşmak istedim...Her şeye rağmen yüzünü güneşe aydınlığa çeviren, güneşe olan aşkını haykırır... Tıpkı Asidemir gibi... her şeye rağmen her beden dilinde aşklarını haykırdılar...

'Ekmeğin bir öyküsü var, ve suyun, toprağın, bulutların, yağmurun... doğanın bir öyküsü var. Ve toplumların, tıpkı üretici güçlerin ve üretim ilişkilerini, sınıfların bir öyküsü olduğu gibi. Her birinin ve her anının öyküsü bir önceki durumdan farklı özellik ve argümanları, bilgiyi taşır bünyesinde. Ve bizler yaşadığımız sürece durmaksızın ilişki içindeyiz doğayla ve yaşamla. Önemli olan bu ilişkinin niteliği, hangi bakış açısı ve dünya görüşünden beslendiğidir.''

Tüm bitkilerin gelişiminde güneş belirleyendir. Onların güneşle ilişkisi, farkında olmayıştan dolayımlılığa, geniş bir yelpazede dolanır durur. Bir tek günebakan çiçekleri; bir o, ölesiye önemser güneşi. Hepimiz tanırız onları, ama bilir miyiz hepimiz, nasıldır günebakan çiçeklerinin düşleri, nicedir düşünceleri? Uzun yeşil boyunları üzerinde kocaman, neşeli, enerjik, sarı bir coşku patlaması. Karanlıklara inat kocaman bir kahkaha. Güneşe sevdasını bir tek o haykırır yaşamı boyu. Bir tek o, aydınlığın tutkulu takipçisi. Taç yapraklarının ezgisi dolanır doğayı biteviye: Güneşe bakın, güneşe bakın... Günebakan, öncüsüdür doğanın. Güneş yoksa yaşam yitirir anlamını. Onun sarışın kahkahası yalnız güneş içindir. Doğadaki özgürlüğü güneşle ilişkisinin niteliğindedir...

Güneş öznesidir onun, aydınlığından beslenip olgunlaştığı. Yaşama dair her şeyi öznesinden öğrenir. Ve tüm yaşamı güneşle bütünleşme çabası. Uzatır taç yapraklarını, başını uzatır yolunu aydınlatan enerji kaynağına. Her gün yeni baştan düşer yollara. Sonsuz bir sabırla izler özenin ışıltılı hattını. İzler; güzleri, beyni, yüreği güneşe odaklı...

Güneş ve günebakan çiçekleri... Doğanın yeniye, ileriye yolculuğunun özne ve neferlerinin hikayesi. Her bir güne bakan çiçeği kocaman bir aile. Sayısız çekirdeği bünyesinde taşır her biri. Farklı renk, çap ve yoğunluğuyla her çekirdek birbirine, çiçeğe ve özneye sorumlu. Farklı olsa da boyutları, aynı tutkuyla çoğaltırlar özütü. Ve bilirler anlamsızlığını bir başınalığın. Gözleri özneye odaklı ve birbirine değer omuzları. Uyum ve dayanışmanın doruğu günebakan çiçeğinin merkezden çepere doğru güneşe kesmiş çekirdekleri. Büyütür her biri içinde güneşi ve çiçeği. Güneş, çiçekte ve çekirdeklerinde görür kendini. Çekirdek; o muazzam bütünleşmenin doğadaki simgesi... Güneş-günebakan çiçekleri ve onların çekirdekleri döner, ağar, ulanır ve yükselir. İçerir her biri diğerini kendinde ve her biri içerilidir diğerine. Ve dönüşür günebakanda öznenin besini bir başkasına. Dönüşür şeffaf, duru bir akışkana. Ve yayılır tüm yoğunluğuyla. Özne ve günebakan çiçeği bir başka düzlemde şimdi, yeni ve ileri.'
(Mutlu Şahin, Deneme, Günebakan çiçeklerinin öyküsü)


Sevgilerimle...

CEYHAN, Sohbet Köşesi, 17 Eylül 2011


17 Eylül 2011 Cumartesi

Günçiçeği

Apollon ile ilgili bir efsane daha...
Bu sefer karşısında Daphne değilde Okeanos'un narin yapılı, güzel Klytie'si vardır. Daphne'den de önce...

Efsaneye göre Işık Tanrısı Apollon ile Klytie arasında büyük bir aşk yaşanmıştır. Apollon gün gelir sıkılır, ince ruhlu Klytie'ye onun ilgisinden usandığını söyler. Zavallı Klytie acıdan hastalanır, ölür.

Güneşi çok seven Klytie toprağa girmiş, bir daha güneşi göremeyecektir. Apollon üzülür ve Klytie'yi günçiçeğine çevirir. Günçiçeği Apollon nereye giderse yüzünü ona döndürür. Güneş yerine ışık tanrısının oğlunu seçecek kadar çok sevmiştir.

Günçiçeği aslında ayçiçeğidir... Tutkulu, sabırlı aşkın sembolüdür...

Koşulsuz sevgisini çiçeğinden çekirdeğine taşır...

Aşkın çiçek halidir...

Sabırlı ve tutkulu aşkların…

Ayçiçeği tarlasının ortasında tutku dolu aşkını paylaşamayan bir kızla onun öfkesini sabırla dinmesini bekleyen oğlanın aşkı gibi...

Ayçiçekleri ışığın geldiği yöne çevirmişlerdir yüzlerini. Klytie Apollon sanmış olacaktır belki de.

Her iki atta sahiplerinin kavuşmalarını bekler durur sessizce...

Demir, kırgındır... 'Bana ne olduğu umurunda bile değil mi? Yaralanmış olabilirdim, ölmüş olabilirdim. Başıma ne geldiğini sormuyorsun bile!'

Asi, ağaççıkların arkasına saklanıp onu gözlediğini söylemez asla. Canının nasıl yandığını, gözünden akan yaşının tuzunun dudağından nasıl akıp gittiğini söylemez. Hep onu kollayan bir bedenin başka bir kızın önüne geçmiş olduğunu bilmek gözlerine büyük bir acımasızlık vurmuştur.

'Gayet iyi görünüyorsun, bence şu an misafirin yanında olman lazım'

Demir bırakmaz, birini o kadar sevmişken öylesine, birine dünyanın en kıymetlisi gibi bakacak kadar sevmişken bırakmaz.

Koşup, sarılır arkasından. Asi'yi eritebilmek mümkün değil, Demir'in yüreğinin güneşliği, kollarının hasreti, Asi'nın kulağına gelen sesi bile eritemez. Oysa bu Asi'nin gözlerini huzurla kapatırdı, dudaklarında hafif bir tebessüm doğururdu ,belki dayanamaz aynı hasretle dönüp sarılırdı sımsıkı.

Onun zihnini hala aynı mesele bulandırır. O bulanıklıktan kurtulmak için delice tersine akar.

Demir, hızla yüzünü çevirir Asi'nin... . O hız belki onu kendine getirir umuduyla...

'Daha iki gündür tanıdığımız biri aramızda sorun olamaz, olmamalı'

Sözler ne kadar kifayetsizmiş, bazen ne kadar havada kalıyormuş.

'Anlamak istemiyorsun, Zeynep hiçbir şeyim değil!'

Ne kadar kuvvetle söylese de Asi hala o asi, kızgın, hırçın kız olmuş ,uzun ve kesin adımlarla ondan kaçıyordur. Yüzünde işitmeyen, anlamayan, şans vermeyen bir kızın duruşu eklenmiştir. Demir ne kadar kollarını sabırsızlıkla açıp, isyan etse de karşılığı yoktur. Saçlarının dağlanışında bile isyan olan bir kız için bu nedir ki?

'Kızın uğruna silahlar çekiliyor, onun için hayatını tehlikeye atıyorsun. Bu kadarı bana yeter'

Asi ne kadar seviyormuş Demir'i... . Ufacık bir yardıma dahi tahammül edemeyecek kadar bencilce sahiplenmiş onu. Hayatında tek olmasını istemiş, ötesini kabul edemiyor.

Demir korkuyla 'Asi' diye bağırıyor arkasından. Tam o sıra Asi yolun ortasına kör bir cesaretle çıkmış çünkü, sebebi bu... Direksiyonla toparlanmasa feci bir kazaya şahit olabilir Demir... . Az daha bir sevdiğini daha kaybedecek gözlerinin önünde.

'Neyse ki' diyen bir sarılmayla kucaklıyor Asi'yi... Saçlarından çektiği sevginin kokusunu ciğerlerine dolduruyor konuşurken... Asi sersemleşmiş vücudunu öfkesini unutup Demir'in kollarına bırakıyor anlıkta olsa. Nefes nefese kalmış,hızla soluk oluyor Asi. O eli bir türlü omuzlarına gitmiyor Demir'in. Kolu öylesine tutunmuş kalıyor niyeyse.

'Gitmek istiyorum' diyor kendini çektiğinde,saçının bir buklesi Demir'in yanağına saplanmış,o bile inat ediyor ayrılmamak için.

Demir bakıyor gözlerine... ufacık bir parıldayış görmek için dileniyor gözlerinde...

'Yapma bunu Asi... Hep başkaları yüzünden hayatımızı mahvettik'

Gidiyor Asi... Demir'in ruhunu da kendi kokusunda hapsedip ondan ayırıyor oracıkta...

Demir köprü, Asi nehrine söz geçiremiyor... O sel olup aktığında onun suyunda boğuluyor...

ve ayçiçekleri...

İçten içe ağlıyor belki de Klytie... O da diyor Asi'ye 'gitme' diye...

Demir, güneşi yitik ayçiçekleri gibi boynu bükük kalıyor arkasından.

TUBASİ, Sohbet Köşesi, 17 Eylül 2011


MELEK

Asi'nin ta kendisi...

O bir dizi sadece ama nelere kadir nelere. Hani bizim Asi.

Nasıl bir çöpmüş, sopaymış meğer. Çöp dediysek çerden çöpten anlamında değil. Hani içimizdeki durgun suyu karıştıran değnek. Hani suya sokulup şöyle bir suyun içinde gezdirilince dipteki neleri neleri yüzeye çıkaran değnek. Sihirli değnek yani. O ASİ’nin ta kendisi.

Sadece bir dizi izleyene kadar içimizdeki sessiz suyu hiç böyle karıştıran bir sopa olmuş muydu? Olsaydı eğer ASİ bizim için bu denli önemli olur muydu? Hani şair der ya; Orhan Veli. Anlatamıyorum adlı şiirinde;

“Bilmezdim kelimelerin kifayetsiz olduğunu” diye. ASİ’ye kadar ki kelimeler kifayetsizmiş. Laf salatasıymış hatta. Karmaşık, uzadıkça uzayan. Sadeliğe hiç uğramamış. Ne ayna olup yansıtabilmiş özlemleri, onca beklenilenleri ne de yeterli olmuş.

Bizim kelimelerimiz ASİ’de saklı imiş. Orada yansımışız. Sözcüğümüz de aynamız da bir dizideymiş, diziymiş. Sapsade bir hayatın doğallığı ve dinginliğinde saklıymış aradıklarımız. Oysa sadelik basittir, yalındır. Biz hep karmaşayla boğuşurken o basit mi basit, sade mi sade yalın güzelliği görmemişiz bile. Y a da göz ardı etmişiz.

Belki anlatamadığımız, bilmediğimiz yönlerimizi hatta kifayetsiz yani yetersiz duruma düştüğümüz hallerimizi bize yansıtan aynamız olmuş ASİ. Sihirli değnekti ya ASİ; tutup bir de sihirli ayna olmuş.

Öyle şıkır şıkır giyinip kuşanıp en kusursuz hallerimizi değil en yalın hallerimizi, özlemlerimizi, nerelerde tükendiğimiz, nerelerde parladığımız, kendimizi nasıl ve ne kadar bildiğimiz, nasıl bilinir gözükürken aslında içimizde nasıl da başka şeyler yattığını gördük. Kader işte deyip yeteneklerimiz, yatkınlıklarımızla çok uzaklaştığımızı, işlerimizin apayrı dallarda olduğunu ve hiçbir yetkinliğimizin o alanda gerekli olmadığını gördük. Bunu da doğal kabullendik. Çünkü hemen herkes bunu yaşıyor.

Yani araç kredisi ile aldığımız gıcır gıcır arabalarımız yandaki pahalı arabalara sürtecek ya da bir dikkatsiz sürücü bizim o güzel arabamızı çizebilir kaygısını taşırken aslında araba kullanmanın yanı sıra at sürmek ya da traktör başında olmak isteyebileceğimizi hiç akıl etmedik. Nasıl yalıtılmış ve metropollü tarzda yaşarken nasıl bir dinmez çiftçi ruhu taşıdığımız, nasıl dinmez bir ova, kır, dağ tepe özlemi çektiğimizi unutmuşken ASİ bunu yüzümüze vurdu en sıcak güney esintileriyle, en içten sözcüklerle, en arı bakışlar, sevgilerle.

Bozulmamışlığın, arılığın, naifliğin güzelliğini göz ardı ederken birdenbire bunların gözlerimizin önüne tüm varlığıyla gelişiyle içimizde bir yerlere tıkıp tıkıştırıp seslerini duymazdan geldiğimiz o kavramları hatırladık, irdeleyerek. İyi ki hatırladık hem.

Bazen tam yanı başımızdakinin çok uzaklardakinden daha yeğ olduğunu ve yanı başımızdakilerle yetinmenin ne mutluluk olduğunu fark ettik ASİ’ye’nin küçük dünyasında. Mutluluk ille de büyük, koskocaman dünyalarda olmazmış. Küçük dünyalarda koskocaman mutluluklar sunarmış. Görmekten haz aldık bu gerçeği.

Hatay sınırları ile çevrili, çiftlik toprakları büyüklüğünde, tarlada, çayırda geçen hayatıyla silkindik bulvarlar katedip gelerek oturduğumuz evimizin koltuğunda, televizyon başında.

Biz ASİ’de biraz da kaybettiklerimizi gördük. Olamadığımız biz’i gördük. Belki bir zamanlar elimizde olan, avucumuzdan isteyerek ya da günün, hayatın, geçim derdinin zoruyla kaymış ve uzaklaşmış, güneşte kurutulmuş yani nostaljik anların anısına döndük. O anların ya da o hayatların kıymetini anladık.

Evet büyük yerlerin insanları olduk. Küçük yerlerden koptuk. Evet kalabalığın milyonlarca ögesinden biri olduk. Azlıkta değiliz. Ama o büyük ve kalabalık ortamlarda küçük hayatlara sahip olduk. Bir evin metrekaresi kadar küçük bir hayata.

Bahçesiz, tarlasız, ayakları toprağa değmeyen, başının üstünde kuyruk kakanların maske takmış gibi kalın bantlı gözleriyle bizi gözetleyerek dalına konduğu, sırtımızı dayayıp oturacak bir ağacın olmadığı hayatın içinde olduğumuz birdenbire fark ediverdik.

Hedeflediklerimize ulaştık belki ama, geride bıraktıklarımızı hem de nasıl özledik.

Acemi Demirci, Sohbet Köşesi, 16. 09. 2011



MEHTAP818

Yanlarına başka kimseleri koyamadık...

Ah... Asi... ah... ne yaptın sen bizlere...
başka yüzlere... başka gözlere bakamaz olduk... hepsinde senden izler arıyoruz hala...

oyuncularının pek çoğu şimdilerde yeni dizilerde boy gösterse de... henüz onları bu yeni halleriyle benim kabullenme katsayım sıfır...

uzunca bir sürede öyle olacak korkarım...

elbette başka oyuncularda can verebilirdi Asi'ye... ama bu kadar uyumlu-etkili olur muydu?
bizlerin üzerinde... tartışılır...

ömrümüz yeterse bir gün görürüz mutlaka...
eski ayları kırpıp yıldız yaptıkları gibi... bir zaman sonra... Asi yeniden... yeni oyuncularla çekilir mi... çekilir...
neden olmasın... örnekleri pek çok...

işte asıl kıyaslama için... vereceği tat... o zaman belli olur...

"doymadım... doyamadım sevmelere seni ben... "
"kimseyi koyamadım yerine" diyordu Sezen Aksu... şarkısında...

hiç birimiz sevmeye doymadık...
yanlarına da başka kimseleri koyamadık...
Asisevdası böyle bir şey...

*naile*, Sohbet köşesi, 15 Eylül 2011


MERVE61

Biz onu böyle sevdik...

eksiğiyle... fazlasıyla...
sevabıyla... günahıyla... bu dizi bizim...
biz onu böyle sevdik... benimsedik... kabullendik...
belki,
yaşam gibi...
belki,
birazda biz gibi...
olduğu için...

Sevdiklerimizin hatalarına göz yummanın... onlara kötülük etmekle eşdeğer olduğuna inanırım...
becerebildiğim ölçüde ... kendi adıma da hatalarımdan ders çıkarabilmeyi seviyorum...
Asi, bizim sevdiğimiz... vazgeçilmezimiz her şeyiyle... gözümüzden kaçmayanlarıyla bile...
burada yazılan gözümüzden kaçmayanlar... Asi dizisindeki kahramanları... ete-kemiğe... cana büründüren yazım ekibinin hataları aslında...
dikkatsizliğin sonucu hatalar bunlar...

yaz başından beri fırsat buldukça izlemeye çalıştım... ama gelin görün ki... 4.bölümden yukarı çıkmaya bir türlü fırsatım olmadı... ilk 4 bölümde dönendim durdum sayılır...
izlerken de bakın aklıma ne takıldı...

tarihleri darma-duman eden Sevgili yazıcı ekibimiz... eğitim konusunda da pek farklı değil...
bildiklerimiz... kadar bilmediklerimiz de çokça...

İhsan bey... Hukuk eğitimli...
Neriman... Kız Enstitüsünü 1.likle bitirmiş... (yalanım varsa ne olayım... .kendi söylemişti... hatırlarsanız...
Asi... Veteriner...
Sevinç... Ziraat Mühendisi...
Ceylan'ın müzik eğitimi aldığını biliyoruz...
Ziya... Coğrafya okumuş... (Neriman burun bile bükmüştü... )
Leyla... Finansçı... Aslan'ın deyimiyle Muhasebeci hanım... )
Kenan... Bala... Mimar

Gonca... bir "staj" muhabbetiyle... bir kaç bölüm oyalamıştı bizi... ama ne stajı yaptı bilen yok...
Defne'miz... üniversite bitirmiş... bitirmesine de... neyin eğitimini aldı... onu da bizlerden bilen olmadı... arada sırada anneciği... "gül gibi mesleğin var" deyip durdu ama... o gülün cinsini bir türlü öğrenemedik... Yumurta kırmasını beceremezken Aşçı olup çıkıverdi başımıza... üstelik... kitap bile yazdı...

Melek... bir kanadı kırık Melek... sonradan dansçı oluverdi... ne ara oldu... sözü bile geçmedi...
Demir... tekne tamirine kalkışmasaydı... Süheyla teyzenin ağzından Mühendis olduğunu duymayacaktık...

Kerim... ?
ya garibim Aslan... ona ne demeli...
bizim... uzunca boylu Aslan'ımızın eğitim durumunu bileniniz var mı... ? Yoksa ben mi kaçırdım...
mısır tarlalarını ilaçlayan uçağı görünce pilot olma özlemini dile getiren Aslan'a
"ilk okulu bile zor bitirdin" diyordu... Ökkeş... babası...
çok sonraları da... annesi olduğunu öğrendiği Süheyla'ya... "Lisedeki ... bizim Fizik Öğretmeni gibisin" diyordu uzunca boylu Aslan...
Sevinç'in doğum gününde davetli genç kızların Peyzaj eğitimi almıştır demelerine de kaçamak yanıtlar vermişti...

ah... yazıcı ekibi... ah...
ah... sizi dördü bir yerde kalem oynatanlar... diye
kulaklarını çınlatalım...
keşke şöyle bir geriye yaslanıp... tüm bölümleri sil baştan izleseler... eminim onlarda epey bir malzeme çıkarırlar kendilerine...
dedim ya... tüm bunlara rağmen... Asi bizim...
olmaya da devam edecek...
ben de gözümüzden kaçmayanları yakalamaya...
Sevgiler...

*naile*, Sohbet Köşesi, Gözümüzden Kaçmayanlar, 14 Eylül 2011


snm

Nehir gibiydi adı...

Bin dokuz yüz kırklı, ellili yılların filmlerini de severim o filmlerin müziklerini de.

O caddelerde tramvaylar vardır. Eski model arabalar. Bugün bibloları masaları süsleyenlerden. Trafik yoktur. Kargaşa ne gezer o geniş ve boş caddelerde.

Kadınların saçları dalgalıdır. Omuzlarına döküldüğü de olur kulak hizasında kesildiği de ama dalgalıdır çoklukla. Bakışlar baygın, giysiler kadına yakışandan olur.

Etek ceket de olsa giyilen yani döpiyes, o bile şimdikilerden biraz farklı durur nedense üstte.

Şimdi sağlık ve rahatlık kavramları daha gözde olduğundan olacak daha bol ve koşuşturmacaya uygun giysileri yeğliyoruz. Çağa göre giysi de değişiyor tercihlerde. Herkes de kendi açısından haklı elbet.
Günümüzün giysilerinden yana şikayetim yok, o devirlerin bazı giysileri içinde rahat edebilir miydim hiç fikrim yok ancak bir yakın zaman yolculuğundan çıkagelmiş ve bu güne düşmüş bir kızla tanışana kadar içten içe eskilerin çizgilerini özlermişiz meğer.

Kalın kemerin ucu belden sarkan tiril tiril kloş etekler, maşalı, dalgalı beli bulmadan biten ama uzun saçlar, at binilen çizmeler, çapraz takılan gönden doğal renkli çantalar, düğmeleri kumaş baskılı el emeği bluzlar, fırfırlı, sutaşları, dantel süslemeli yakalar…

Bunlar çiçekli kumaşlara iyi gider bilirdim. Hatta birkaç tane de öyle etek, elbise, bluz eskitmiştim. Bodrum güneşinde rengi atmıştı mavi çiçekli belden pileli geniş eteğim ne güzeldi.

Bu çağın ama eski zamanlar havasındaki kız bambaşka çizgilerle çizilmişti. Yaşadığı çiftlik evinden, yürüdüğü yollara kadar başkaydı. Her an göremediğimiz başkalıktaydı. Zaten bir diziyle gördük bu incelikleri. Bir de dizi başlamadan oralar turla gitmek varmış kısmette.

Uyuduğu bazen ağıldı, samandı, ağaç altıydı. Kuştüyü yatakta yatamadığına aldırış ettiği filan yoktu. Son model arabası yoktu binsin de gezsin. Ama traktör üstünde yaman bir sürücüydü.

Onu ilk kez ekranda gördüm herkes gibi. “Artık bizim de bir Scarlett O’Haramız var” dedim görür görmez. Scarlett, bir çiftlik kızı ASİ’ye’den çok uzaklarda doğmuş. Çiftlikte yaşayan ora için mücadele eden bir kız. Bizim Scarlett’in adı ASİ’ye idi.

Nehir gibiydi adı. ASİ. Ve bazen nehir gibiydi kaderi. Her nehir gibi düz aktığı da ASİ Nehri gibi ters aktığı da oldu. Giysisi ile duruşu ile, yatağı döşeği ile eskilerden biri ama bugünün kızı. O, kırklı ellili yılların taşra kızlarından sanki. Belki İrlanda çayırlarında gezenlerden.
Acemi Demirci, Sohbet Köşesi, 14 Eylül 2011




GİZEM

14 Eylül 2011 Çarşamba

Özümüz ağladığı için...

Çok genç yaşta yaşamdan ayrılmış bir şairin (Adnan Satır) uzunca şiirinin belki de en anlamlı dizesiydi...
"Can aynam kırıldı..."
iki gündür... dilimde... aklımın bir köşesinde benimle dolanıp durdu... meğer paylaşılacak zamanı beklermiş...

ama... ben,
şairi gibi "Can ayna"mı kırmadım...
çünkü... orada...
her baktığımda gördüğüm...
o, can aynasının her bir zerresinde
her birinizin sureti vardı...

hem de...
yürek teli titreten satırlarınızın çizdiği...

onun için... kırmadım... kıramam...

ve elbet de...
AsiDemir vardı...

bir çift buğulu yeşil göze,
derin... derin bakan...
bir başka...
bir çift göz...

onlar ki... bize...
sırları... hüzünleri... gururu, öfkeyi... sevinçleri... aşkı...
bir bakışla anlatan ifadelerle...
can aynasının tam ortasındaydılar...

onun için... kırmadım... kıramam...

Yürek titreten satırları yazan tüm Asidostlarım... iyi ki varsınız... elinize emeğinize sağlık...

… saptamalar olağanüstü...her şeyin giderek yapaylaştırıldığı bir dünyada... Asi bize yalınlığı anlattı... anlatmaya da devam ediyor...
biz burada bir avuç bile kalsak... dünyanın bir başka ülkesinde... başka insanlarda en az bizler kadar beğeniyle izliyor olacaklar... bunu bilmek bile güzel...

yayınlandığı dönemde de yazdığımı hatırlıyorum...
Asi... Antakya'da başladı... orada devam etti...
kendi toprağında...
kendi suyunda...
kendi güneşinin altında yeşerdi... boy verdi...
zaman zaman araya zamansız rüzgarlarda girdi... girmesine...
ama...
Asi... Asi'liğinden geçmedi...
ya da geçmesine biz bir biçimde izin vermedik...
72.bölümü bize bırakarak araya virgül koydu...

Töre-Yöre ekseninde başlayan pek çok dizi... belli bir zaman sonra İstanbul’a taşınırdı malum... taş konaklardan çıkıp... büyük şehrin havuzlu villalarının sakini olurdu kahramanlarımız...
kapılarında... kulları... beklerdi...
simsiyah... kocaman araçları içinde...
ait olmadıkları şehre uyum sağlamaya çalıştırılırdı
hala da çalıştırılıyor... bu kahramanlar... değişen pek bir şey yok...

Asi... bunu yapmadı...
doğasından... doğallığından kopmadı...
uçsuz bucaksız tarlalara bizi de götürdü... gün batımında...
yaylaya çıktık hep beraber...
Antakya'nın dar sokaklarında dolaştık ... en az onlar kadar...
Vakıflı'da düğünde çalan "meryemti" yine... en az AsiDemir kadar bizim de kanımızı kaynattı...
Özümüz ağladığı için gözümüzden yaş geldi...

Asi'ye can veren kahramanlar, bu kadar candan olmasaydı... çoktan unutup giderdik...
Asis yapıma ve Tomris Giritlioğlu'na ...bu konuda her zaman teşekkür borcum var... doğruları bir araya getirdiği için...

*naile*, Sohbet Köşesi, 14 Eylül 2011


FABLE

Zaman kadar sonsuz...



Bazen sevdiklerimiz, zaman kadar sonsuzdur. İşte bu yüzden seni; sevginin coğrafi sınır tanımayan yanını keşfettiğim için çok sevdim…
Tezer Özlü


Asidemir'de zaman kadar sonsuzlar... Sevgileri coğrafi sınırları aştı... 80 ülkeye satıldığı söyleniyor... Sevginin dilinin evrensel olduğunu kanıtladı... Aynı dili konuşmaya gerek yok... Sevginin dili gözler, eller, bazen sadece bir duruş, bir yürüyüş, bir bakış, bazen bir taş üstünde oturuş, bazen nehir kenarında at sıvazlamak... Sevginin ifade edilişinin bin bir çeşidini Asi'de öğrendik...

Birbirimizi tanımadan sevmeyi, güvenmeyi, özlemeyi öğretenlere tekrar teşekkür ederim...

…ben de bugünü Antakya'da yaşayanlardanım... Hemen arkadaki ağacın altında Asya ile kağıttan gemiler yapıyorum... Asya, babası uzakta olanlara kağıttan gemiler yapmayı öğretiyor... Onun öğrencilerindenim... Benim babacığıma ulaşır mı o gemiler bilmiyorum ama hissedecektir...

CEYHAN, Sohbet Köşesi, 14 Eylül 2011

]duygy[

13 Eylül 2011 Salı

Papatya ve Gelincik tarlaları...

Ne güzel bir kıyaslama... Artık yaşadığımız büyük şehirlerde ağaçlar çiçekler aksesuar olarak kullanıyor... ASİ sayesinde köyümü sevmeye başladım... Yaşadığım zaman kıymetini bilemediğim köyümü özlüyorum artık... Önceden hiçbir şeyden ifade etmeyen papatya ve gelincik tarlaları şimdi yüreğimi titretiyor... Sarı başaklı buğday tarlaları bana babamı hatırlatıyor... Annemi at üzerinde hayal ediyorum...

Keşke artık köylerimiz Kozcuoğlu Çiftliği gibi kalsaydı...Onlarda değiştiler...

...kumaşını taşlayan körpecik ciğerler iflah olmaz hastalıklar kapmış daracık kotun üstüne beyaz penye giymiş, ayağında moda olandan spor ayakkabı taşıyan kızlar olurdu bizim caddelerimizde, sokaklarımızda...

Bu kısım hüzünlendirdi beni... Ne yazık ki taşlanmış kot giyen gençlerimiz bunun farkında değiller... Farkında olsalar giyerler miydi? Ya da biz anlatamıyoruz... Taşlayanlarla o kotu giyenler aynı yaştalar... Keşke Asi gibi gençler yetiştirebilsek... Biz eğitimcilerde bir yerlerde yanlış yapıyoruz ya da eksik kalıyoruz...


Ben Seni Neden mi Sevdim?

Ben seni bir okyanusun derinliğinde buldum da sevdim
Parlak bir inciydin benim için
Paha biçilmez bir inci
Ben seni soğuk ve yağmurlu bir günde
Seni düşünürken gülüşündeki sıcaklığın içime dolup da
Beni sardığı bir anda sevdim
Seni sadece selvi boyun, siyah saçların ya da kara gözlerin
Güzel bir yüzün var diye değil
Fikirlerinle, konuşmandaki güzelliğin ve benim o kor halde yanan yüreğimle sevdim
Ben seni derinden ve hissederek sevdim
Her kalp atışımda vücudumun dört bir köşesine yayıldığını
Beni sardığını her nefes alışımda ciğerlerime işlediğini bilerek sevdim
Seni kış gecelerinin o soğuk yatağında birlikte uyuyup beni ısıttığın
Yaz sıcağında uyuyamayıp sıkıntılarım olduğun
Ve rüyalarımda buluştuğumuz gecelerde sevdim
Seni ellerinden tutup kanımın kaynadığı
Kalbimin yerinden fırlayacağını hissettiğim anlarda
O ıslak dudaklarınla beni sevdiğini söyleyeceğin anları düşünerek sevdim
Ben seni o sensiz anlardaki boş ve değersiz geçen dakikalarda
Kayıp zamanlarımızda, seni arayıp bulamadığım
Çaresizlik içinde olduğum, içki sofralarını dost bildiğim anlarda sevdim
Sen ne kadar uzak olsan da,
Aramızdaki kilometreler nasıl çoksa
Ben de seni o kadar yoğun ve o denli çok sevdim
Seni kalbimde yanan ateşin ile
Zihnimde oluşan hayallerin o ay parçası çehrenle
Bana derinden bakan o gözlerindeki ışıltıyı göreceğim anları beklerken
Kalbimin yanıp tutuştuğu anlarda
Gelip o bu ateşi alevlendirerek
Bana sarılarak beni sevdiğini söyleyeceğin anları düşünerek sevdim

Korkuyorum!
Hak ettiğin mutluluğu sana verememekten korkuyorum.
Seni, beni sevdiğinden fazla sevememekten korkuyorum.
Senin sevgine layık olduktan sonra başkaları tarafından o sevgiyi kaybetmekten korkuyorum.
Seni kazandım derken kaybetmekten korkuyorum.
Aramızdaki maneviyat haricindeki uçurumlardan korkuyorum.
Senin kalbini daha fazla kırmaktan korkuyorum.
O temiz ve masum gözyaşlarını daha fazla akıtmaktan korkuyorum.

Evet korkuyorum;
seni kaybetmekten, seni daha fazla üzmekten
Sana kendimi ifade edememekten korkuyorum.
Ya da yanlış anlaşılmaktan korkuyorum.
Uçurumun kenarında yalnız kalmaktan korkuyorum.
Dostluğuna doyamadan uluorta yalnız kalmaktan korkuyorum.
Yüreğimdeki o ince sızının bir gün çoğalmasından ve beni sarmasından korkuyorum.
Sevgi denen güzelliğinin bir gün beni terk etmesinden korkuyorum.
Dostluğun ölüp yerine nefretin yeşermesinden korkuyorum.

Korkuyorum evet;
seni kaybetmekten ve seni daha fazla üzmekten
Bir çiçek misali ne ellemeye ne de koparmaya kıyamıyorum uzaktan seyrediyorum çünkü;
Seni daha fazla incitmekten korkuyorum.
Ömründe yaşadığın mutluluğu huzuru sana yaşatamamaktan korkuyorum.
Sana kalbimden fazlasını verememekten korkuyorum.
Sonunda sana gözyaşından başka bir şey bırakamamaktan korkuyorum.
Seni sevmekten değil; dostluğunu suiistimal etmekten,
Seni kaybetmekten ve değerini bilememekten ve
Yüce Rabbime hesap verememekten korkuyorum.
Belki de çok fazla korkuyorum
ÇÜNKÜ; BEN İLK DEFA SEVİYORUM

Attila İLHAN

Demirasi aşkını güzel anlatır...

CEYHAN, Sohbet Köşesi, 13 Eylül 2011



mehtap818

İki ağaç vardı... yan yana

… özlemlerimizi yine çok güzel ifadelerle dile getirmişsin.
O arka yolu özlüyorum bazen. Hani iki ağaç vardı yan yana, zaman zaman kızlar altında yatar hatta Aslan da. Asi ile Demir karşılaşır. Süheyla ve İhsan Bey merhabalaşırlar. O yolda yürümek istiyorum ben de.
Asya nasıl ulaştıysa diğer çiftliğe ben de ulaşırım herhalde.
Verandada Süheyla Hanım’a bir merhaba derim. Bahçede çalışanlar, o akşam Asilere yemeğe gidecekleri için Süheyla Hanım’ın dilber dudağı tatlısı yaptığını düşlemek isterim.
Onları, oyuncuların hepsini oraya Hatay’a götürmek yeniden yeniden yaşamak isterim herşeyi. 72 ve devamını kaldığı yerden çekebilecek bir yönetmen ararım düşlerimde.
Aynı olmasa da, aradan çok zaman geçse de, ben o aynı seyirci olarak dizinin içine girerek benimseyip hayatım boyunca onları izlerim.

Bugünü Antakya’da yaşayan arkadaşınız.

serapSU, Sohbet Köşesi, 13 Eylül 2011


funda

Kumla buluşurdu ayakları...

Uzun saçları dümdüz fönlü, beli düşük, kumaşını taşlayan körpecik ciğerler iflah olmaz hastalıklar kapmış daracık kotun üstüne beyaz penye giymiş, ayağında moda olandan spor ayakkabı taşıyan kızlar olurdu bizim caddelerimizde, sokaklarımızda. Bazıları giyimi çok sever, markalı gözlükleri ve çantalarıyla da gözükürlerdi, vitrinlere uzun uzun bakarken. Neredeyse tek tarz vardı bizim bildiğimiz büyük şehirlerdeki hayatta, giyimde; o da buydu.

Toprakla işleri olmazdı şehirde büyüyen gençlerin, genç kızların. Kumla belki yazdan yaza buluşurdu ayakları. Denize girerken.

Eller bakımlı olacak şehirliysen. Nasır filan olmayacak o pamuk ellerde. Aman Allah, nasır mı, yara bere mi ellerde; o da ne. Koca bir korkulu rüya. Çiftlik kızlarında olursa olur öyle şeyler ancak. Hani köylerde filan. Alışılmış şehir, metropol düzeninde elde nasır, avuçta yara ne gezer. Ama dar ayakkabılar yüzünde ayaklar sıkça mustariptir nasırdan. O da ne can yakıcıdır. Uğruna şiir bile yazılmıştır vaktinde Orhan Veli tarafından.

Ağaçlar mı? Ağaçlar sorulur mu hiç, anaokulu, okul servislerinde büyümüş, kırları çizgi filmlerde görmüş, dereye hiç düşmemiş bir kent kızına. Bilmeyecek ne var bu soruyu. Onlar sadece bulvarları süsler. Refüjlerin belli aralıklarla dizilmiş yapraklı şenlikleridir. Eski caddelerde çapı en geniş olanları bulunur. Eski cadde kadar yaşlı olduklarından. Bir de Kuğulu Park’ta vardır ulu ağaçlar.

Ağaçlar, üzerine âşıkların isimlerinin baş harflerinin yazılması için dikilmiş olmalılar şehirlerde. Çünkü kimsenin su vermediği, dibini çapalayıp bellemediği, yazın altını açıp çukurlaştırıp yağış mevsiminde su tutmasını sağlamadığı kışa doğru da soğuktan korumak için çukuru iyice toprakla kapatmadığı ağaçlar başka ne amaçla dikilmiş olabilir ki şehrin göbeğine. Ha bir de “ağaç, havanın oksijen oranını arttırırmış, havayı temizlermiş” bilincine gelenlerin de giderek arttığı şehirlerde kimse kolay kolay bir ağacın ne ağacı olduğuna dikkat etmez. Bilmez de zaten. Ama arabanın hangi model olduğu asla gözden kaçmaz.

Evlerde balkon varsa hava alınır. Alınan hava egzoz kokar, kömür kokar. Kirlidir.

Pencerelerden, balkonlardan yandaki blokla arada kalan boşluktan koca gökyüzünün küçücük bir parçası gözükür. Belki bazen birkaç yıldız da görülebilir geceleri koskoca galakside yüzen. Ay, ne zaman dönüp dolanıp yan blokla arada kalan küçük boşluktan gözükebilen gök parçasına gelirse o vakit görülür. Ay, gezentidir. Yıldızlar sabit.

Mısır koçanları olsa olsa pazar tezgâhlarında, manavlarda ya da marketlerde bulunur. Başka renkte, kokuda tatta başka meyvelerle, sebzelerle yan yanadır oralarda. O sebzelerin, meyvelerin hiçbiriyle de hemşeri değildir. Yan yana dursalar da hiçbiri yan yana yetişmemiştir. Birbirine uzak tarlalarda, ırak topraklarda, farklı iklimlerde yetişmişler; kamyonlara yüklenip getirildikleri şehrin marketlerinde yan yana dizilmişlerdir.

Doğanın sunduğu tüm renklerin bir arada yalnızca marketlerde görülebildiği, ağacın yalnızca caddelere gölge ettiği, çatılarda sadece güvercin, kumru, saksağan ve serçenin tünediği şehir hayatına ne güzel kaptırmış gidiyorduk. Koşuşturmacayla, teknoloji deryası içinde, doğasız.

Televizyonları “Ah bir belgesel bulsam da akarsu, orman, dağ, tepe, yamaç, bayır, kuş türleri, dere kenarı, göldeki sazlıkta yüzen ördekleri görsem” diye açıyorduk.

Bir gün yine öyle düşünerek açtık televizyonları. İşten henüz gelmiştik. Bir küçük ofisten bir küçük eve. Doğaya açılan bir pencere olmayan kalabalık, yorgun bir mahallenin göbeğindeki, araba park sorununun had safhayı aşıp çözümsüz hale geldiği bir sokaktaki küçücük eve.

Televizyonu açtık; öyle bir pencere açıldı ki birden. Bir ovaya. Bir tarlaya. Mısırlarla dolu. Bir çiftliğe. Taştan örülmüş duvarları. Avlulu. Sade. Görkemi de zaten orada. Bir güney şehrine. Hatay’a.
Yolumuz Hatay’a çıktı televizyonun düğmesine basınca. Asfaltsız yollara. Tozlu topraklı yollara. Ankara’nın atkestaneli caddelerinin tam tersine bir çiftlik yoluna. Atkestaneleri de çok güzeldir. Hele Haziran’da çiçek açtıklarında. Koca birer çan gibi çiçeklerini kuşandıklarında. Kimi beyazdır. Pembe olanları da vardır.

Çiftliğin kapısından düşünmeden girdik. Oysa bizden önce o kapıdan içeri neler girmemiş neler. Sevgiler, öfkeler, kinler, gizli düşmanlıklar. Çiftlikte neler barınmamış neler. Sırrı bile varmış çiftliğin sırra kadem basıp giden bir genç kızın beraberinde götürdüğü. Oysa sadece tavuklar, ağaçların püfür püfür esen rüzgârda oynaşan narin yaprakları, taş duvarların ardındaki odaların yerel tarzda döşenmişliği, mutfağın onca insanı doyuran lezzetli, zahmetli yemekleri bile büyülemişti bizi daha ilkten. Bir de ardından buruk öyküler, fırtınada başlayıp melteme çeviren erdemli sevda ile tanışınca hepten o çiftlikten olduk. Çiftlik sahipleri bile bilmez biz o çiftliği de içindekileri de, içindekilerin öykülerini de nasıl içselleştirdik.

Kızları da vardı çiftliğin; sonradan olma oğlu da. Sahibi de, karısı da. Ağa dedesi de. Ama ille de o çiftlikte, birlikte güzeldi hepsi. Tarlaların yamacında. Hatay güneşiyle aydınlanan günün altında.
Metropolün göbeğinde, çoğumuzun belki içinden çıkıp geldiği ya da yakınlarının çiftliklerinde gördüğü hayatı bir gün iş dönüşü televizyonu açınca yeniden görüverdik. Çocukluğumda teyzemlerin kirazlık, beyaz kirazlık, elmalık, vişnelik, şeftalilik, yoncalık ve fiğ tarlasından oluşan çiftliğini zaten hiç unutamamışken çıkıverdi karşıma. En ilk gördüğümüz sadece bir çiftlikti. O çiftliğe giden uzun ve gölgeli bir yoldu.

Öyle bir çiftlik yolu ki sanki bir rüya yolu. Palmiyelerin gölgesinde. Çiftlik kadar eski olmalı o palmiyeler de. Bir asırlık olmasa da bir asra birkaç on senesi kalmış bir çiftlik ve onun hep yürünesi yolları. O yollara girdik. O yollarda yürüdük. O yollarda yürüyenlerle yürüdük, koşanla koştuk, gülenle güldük, ağlayanla ağladık. O yollarda yürüyenlerin kimisi yoruldu teker teker; yarı yolda kaldı. Biz hala yollardayız. Hatay baharında, kurak yazında, esintili güzünde hatta kışında.

Acemi Demirci, Sohbet Köşesi, 12.09.2011


funda

9 Eylül 2011 Cuma

Liman...

Burada dostlarımızın isimlerini görüp yazılarını okumak ve yine sessizce derinden bir asi yolculuğu yapmak artık günümün bir parçası. Buram buram tarih, mimari, sanat, kültür kokan büyücek , kendi halinde bir kentin en az yarım asır önce inşa edilmiş bir çiftliğinde tohumları toprağa serpen, sonra da her sabah yeşeren , baş veren var mı diye gün doğar doğmaz tarlaya koşan Asi, benim için hayat tarzıyla, doğasıyla, mimarisiyle, kardeşler arası bağla, aile bağlarıyla, oyuncuların o role tam biçilmiş kaftan olmalarıyla bize özlediklerimizi, unuttuklarımızı, mahrum kaldıklarımızı sunan bir olgu oldu. Hepimize de bir liman oldu. Yalnızca 71 kerelik izleyebilme sarsıntının bile yerinden sökemediği bir liman. O limanla ancak binlerce yıl öncesinden bugüne ulaşmış antik limanlar kıyaslanır.

… ASİ’ye güzeller güzeliydi. Kendi de güzeldi, huyu da suyu da. Yaşadığı çiftlik de, babası da, giysileri de. Fatma Annesi de. Gizli köşesi de. Onun farklı özelliklerini, canla başla tarlada çalışmasını, uykulu gözleriyle geceyi sulama işinde geçirmesini anlatmakta deyimlerden faydalanabildim. “Erkek gibi” deyiminden. Orada kast cinsiyet ayrımı değil elbette.

Onun, babasının sağ kolu, tarlalarının yılmaz çiftçisi, sürülerin şefkatli veterineri, yan çiftliğin oğlunun içli sevdalısı, Hatay’ın dışına okumak için bir kez, Adana’ya çıkmışlığını, o doğallığı, içtenliği çok sevdik. Uzaklarda bir genç kız olarak hayallerini büyük şehirlerde yaşamak yerine bazı yazların kurak geçtiği, kuraklığın ekinleri, mısırları kasıp kavurduğu, hasatsız bir yaz sonunda giderleri karşılamak için nasıl da didindiğini çok sevdik. Bizim saçları maşalı, etekleri geniş, beli kalın kemerli, tozlu yollarda ayakları lastik çizmeli Asi Nehri yosunlarından gözlü ASİ’yemiz çok güzeldi. Güzeller güzeliydi.

Acemi Demirci, Sohbet Köşesi 07.09.2011

Balim

Güneşle köşekapmaca...

Bahar... yaz... işin içinde olmasa...
o, uzuuun uzuunnn geçmekte kararlı olan kış mevsimine bu kadar gönüllü katlanır mıydık? acaba...
Güzelim Bahar zamanı için "yer-gök yüzümüze gülüyor" demişti Ökkeş efendi... .Asi ile tarlalara giderken artlarında at üzerinde gelen Demir'e...
onlar gün doğumu-gün batımı tarlalara gidedursunlar...
bizler günü birlik, açıp solan çiçeklerin hızında tükettik Baharı...
ama... o giderken... peşine yaz'ı takıp getirmişti... baharla yeşeren ekinlerin hasat edilmesi için... öyle de yaptı Asi... ve toprağın diğer insanları...
Asi'miz... her hasat zamanı yaptığı gibi... boylu boyunca uzanıvermişti kamyon kasasına... mutlulukla...
Doğa sonra... yine bildiğini yapıp...
yenilenmek için...
ona emanet edilen tohumlara can vermek için...
Sonbaharda... son hasadını yapıp kışın kollarına teslim etti...
Doğa... kendi devinimi içinde yenilenmesini yaparken... biz insanlar boş mu durduk.
ne mümkün...
Yaşam çarkı içinde bizde kendimizi yenilemek için yazı bekledik çoğunlukla...
koca bir kış... çalıştık... okuduk... didindik...
güneşle köşe kapmaca... rüzgarla yarışma zamanıydı yaz...
bir yerlere gidebilenler için tebdil-i mekan zamanıydı ayrıca... ...
gidemeyenler için balkon zamanı... (bknz:ben... )
her güzel şey gibi hızla gelip geçti... gidebilenler için dönüş zamanı geldi çattı...

Asidostlarım dönüyor birer birer sayfamıza... hepiniz hoş geldiniz...

*naile*, Sohbet Köşesi, 6 Eylül 2011


MELEK

8 Eylül 2011 Perşembe

Başı hep sevdalı...

Kah başında yemeni, kah saçında saman çöpü. Ama başı hep sevdalı.

Bazen çoban, bazen yaban. Ama hep kuzuların içinde bir ana kuzusu. Kuzulara bakar da hem. Veterinerlik onun mesleği. Elinde doğar kuzular. Elinde iyileşir koyunlar. Sürülerle koyunu kurtarır bazen yan çiftlikteki salgından. Uyumadan. Yemeden içmeden. Gıdası salgından çıkmış koyunların neşeli meleşmesi olur. İşte keyif budur.

Gururlu bir babanın kızı. Gurur ona vız gelen bir ağanın torunu. Gurur yıkar; ama yıkılmaz. Yine de gururlar da çiğnenir bir gün. O gün kalp söz dinlemez. Kalp başka atar. Kalp içine gireni dinler. O ki bazen düşman bellenmiştir yan çiftlikçe. Yan çiftlikler birbirine hasımken yan yana gelemeyen yanık yürekler atar kimseler bilmeden orada, birbiri için.

Kanun adamı babanın, kanunsuz işler yapmış dedenin torunudur. Aşkın kanunlarının önünde de boyun eğmiştir. Boyun eğmişlikle diz çöktürmüştür dize gelmez hasımlıklara.

Erkek gibi desem değil tarlalarda ağa dedesi gibi yürürken. Babası gibi toprağa sevgiyle sarılırken. Kız gibi mi desem. En iyisi çiftliğin lastik çizmeli kızı demek onun için gecesini gündüzünü ekinlere adayan.

Eteği en kloşundan. Has deriden kemerinin ucu, tokasından sarkan. Gömleği elde dikme. Hazır giyim bilmez hiç. Terzileri vardır ustasından kaç kuşaktır. İğnesi pek maharetli. Seçtiği kumaşların deseni allı güllü. Yapraklı, dallı. İncecik çiçekli. Yakaları su taşlı, düğmelerin kenarı fırfırlı. En has kız giyimindendir yani. Pantolonu bile o eskilerin etek pantolonlarından. Ata binerken giyilince pek yaraşandan. Ancak o giysinin içindeki kız, erkeklere kök söktüren cinsten.

Ne ışıklı caddelerde gezer ne pahalı vitrinlerde göz gezdirir. Yazın kurak tarlaların tozu içinde dolanır, kışın çamura bulanır. Lastik çizmelidir ayakları. Çiftliklerinin lastik çizmeli kızıdır. Annesinin gözünden sakındığı koltuk takımlarına bulaşır çizmelerinin çamurlar. Çok homurdanır annesi yüzden. Bir elma ısırırken gizliden güler geçer bu söylenmelere. Ertesi gün yeniden çamur dökülür lastik çizmelerinden salonun el dokuması, kök boyası yün halılarına, ortalığa.

Koltuğu duvar üstleridir, bir ıssız köşedeki ağaç altıdır. Nefesi rüzgarda derinleşir. Ovasız yerlerde nefessiz kalır. Arkadaşı da yoktur kız kardeşinden başka. Hiç arkadaşı yoktur hem. Bir küçük oğlanı, Hasan'ı saymazsak. Dünyası; tarlası. Bir de sonradan sonraya sevdası. Böyle akar onun hayatı Asi nehri boyunda.

Taş duvarlarda oturur taş köprüler üzerinde ağlar. Taşlaşmış yüreklere dokunmak ister. Taşları yumuşatmak ister. Hani o kuzularının tüyleri gibi. Yumuşacık yapmak ister keskin, bıçak gibi keskin hisleri.

Alır başını gider ara ara dere tepe. Aklına esince. Estirince. Ne anası babasına ne sevdalısına halini anlatamadığında. Hatta kendi de kendini anlamadığında. Dağlara, deniz kıyılarına. Saklı köşesine gider. Uzanıp giden ufka bakar. Elleri dizlerinin üzerinde kavuşmuş, gizli yerinin tek ağacının altında çömelip kalır. Ta ki o demir ses, ipek bir seslenişle ismini söyleyene dek.

Şelalelerin, tarlaların, çiftliklerin, portakal bahçelerinin güzelliğini bilir. İstanbul'u bilmese de. Kır çiçeklerinden desenlenmiş fistanlar giyer. Lameler, ruganlar, tuvaletler giymese de. Bir de bir altın lira takınır. Şenlikten bulma. Sabundan çıkma. O altın ki kimin sabunundaysa onu bulan evlenir kısa zamanda. Altını koyanla hatta.

Kır tarzının, çiftlik evlerinin klasik odalarındandır odası. Pirinç başlıdır karyolası. Danteller durur orada burada. Sehpalarda. Çeyizi ceviz sandıklarda saklanır. Bakır kap kacağından, el dokuması halısından. Kiliminden, etamin işlemeli, rahibe işi örtülerinden yemek takımlarından. Çeyizin hasındandır çeyizi.

Traktöre de biner ata da. Atı onun arkadaşıdır, traktör kader birliği ettiğidir. Tarla da sular üstü başı yaş olana dek, yağmur altında da ıslanır. Bir de yağmur altında bir ata binişi vardır. Sevdalısıyla karşılıklı yavaşça döne döne. Kuğu dansı yaparcasına. O ıslanma, o sırılsıklam ıslanma sadece yağmurdan mıydı acaba?

O ne delifişek. Ne asi. ASİ'ye. Kısa yoldan çağırıyorlar onu ASİ diye.

Acemi Demirci, Sohbet Köşesi, 03.09.2011

ysn

7 Eylül 2011 Çarşamba

Nereye kaçarsan kaç...





Ağır bir gülle gibi
aşkım
nereye kaçarsan kaç
asılıdır sana
nasıl olsa.
Mayakovski


Asidemir aşkı da böyle... Hangi dizide oynarlarsa oynasınlar kurtulamayacaklar Asidemir aşkından


CEYHAN, Sohbet Köşesi, 5 Eylül 2011

Suu(C)