Bu aralar ‘kader‘ mevzusuna fena taktım. Ya bilinçaltımda bir sıkıntı varda o sıkıntıdan kaçmak için kendimi kandırıyorum, işin kıyak tarafını öğrenmişim ya da her şeyin sebebini ona bağlamak afilli geliyor. Bilmiyorum… Kader beni ona götürüyor. Ummadığım filmlerin teması o çıkıyor, ummadığım kitaplar onla dolup taşıyor. Bazen bir kitabın sayfasını açıp baktığımda ünlü bir düşünürün onlu cümlesi tam da gözüme gözüme çarpıyor… Asi ve Demir’e senaryo yazarken de inanmadığım ama sürekli tesadüfen (!) karşılaştığım bu sözcüğü vermiştim. Öylesine… mi? Kader mi? Bu son cümleyi yazarken gülmek geldi içimden. Neyse… deyip asıl meseleye geliyorum.
Ünlü bir düşünürün cümlesi demiştim. Schiller demiş ki, ’Kalbin atışı, kaderin sesidir’…
Bazen bir kapının ardındadır mutluluk. Açmak için hep geç kalırız. Tembelce başkalarından da beklediğimiz olur. En kötü ihtimalle bizi bekleyen bir mutluluğu kaybeder başka bir şanslı dönem için nadasa bırakırız yüreğimizi… Bazense… Yanlış kapıya gideriz. Gören gözlerin, duyan kulakların doğru olmadığını sana söylese de elin uzanır bir kere. Mutsuzluğu kazanırsın. Bilerek olur bu. Kendi kendimi çürüttüm bu durumda. Kadere inanmıyorum ben demek ki. Bir aldatmaca bu sözcük. Çoğu şey, bizim elimizde. Hatalarımız ve günahlarımız bizim. Hatalarıyla yüzleşemeyenler kaderim buymuş deyip kendini suya bırakanlar… Melek… Ne yazık ki bunlardan biriydi.
Annenin kaderi kızına derler ya hani. (gene o sözcük)Melek ve Emine arasında büyük bir fark olduğunu düşünüyorum, sonuç ne kadar aynı olsa da. Emine, bir annenin çaresizliğiyle masumiyet kazanıyor gözümün önünde, derin bir saygı duyuyorum ona, en büyük hikaye onun diyorum içim acıyor. Melek için de içim acıyor tabi. Çünkü ne kadar büyümüş gibi olsa da son dönemlerinde, abisi gibi içinde saf bir çocuk taşıyor. İşte o çocuk görünenin ardına bakmasına engel oluyor. Ütopik bir dünyanın içine koyuyor onu. Gerçek Ali’yi göremiyor, Ali de usta bir yalancı, işini biliyor… Demir’e de kızıyorum bu anda… Ali’yi tanıyor. Başına gelenlerin arkasında onun olduğunu biliyor. Ali gibi bencil bir adamın Asi için yaşamını tehlikeye atacak kadar ona zaafının olduğunu da. O adamı… Karısıyla aynı eve sokmasaydı diyorum… Asi’ye de kızıyorum. Susmasaydı diye. Giden gider derler ya… Keşke Demir durdursaydı kardeşinin evliliğini, gösterseydi bir şekilde Ali’nin gerçek yüzünü…
Demir’in gözlerindeki ılıklığı ilk o yakalamıştı aslında. O hep kolunu saklarken, gözünü büyütüp masumca bakardı Demir’e, onun omzuna sığınırdı çoğu zaman, limanıydı Demir. İsmi gibiydi, masumdu.
Geçmiş, bir an yaklaşıp aynı acıyla bir kere daha karşılaştırdı Demir’i. Demir o mektubu okurken, Melek’in vedasını… Vedasının sebebinin Asi ve Ali olduğunu… okurken, Melek, isminin gücüne kapalıp, beyaz bulutlara doğru açmıştı kollarını… Yüzünde hafif bir gülümsemeyle, kurtuluşa gittiğini, yalanları, ihanetleri arkasına koyduğunu düşünüyordu. Sevmediği dünyaya içinden ‘hoşça kal’ diyordu. Parmakları oynadı, o kolu hafifçe yere doğru düştü, sanki aynı hastalık bir kere daha yapışıyordu oraya. Ayak ucu yavaşta kaydı köprünün taşlarının arasından, gözlerini kapatmadı ölüme giderken, hiç olmadığı kadar güçlüydü tanıdık o sahneye. Sonra, Asi nehrinin soğuk suyuna gömdü bedenini… Saniyeler içinde. Ölüm ve yaşam arasındaki o ince çizginin sınırını çoktan aşmış oldu.
Geç kaldığının farkında değildi… Suyun içinde kardeşinin yüzünü arıyordu. Hayat gene onu aynı yere getirmişti. Melek diyordu avazı çıktığı kadar. Melek! Belkilerle dolu. Melek diyordu, bağırıyordu, koşuyordu Demir… Uçup, kanatlarından tutup, yere indirmekti niyeti. Daha önce yaptığı gibi. Kurtarmaktı kardeşini.
‘Lütfen’ der gibi yalvarıyordu sanki Süheyla’nın Melek içlenişi. Koşuyordu kırmızı toprağın üzerinde yetişmek için. Ali, sebep olduğu bir ölümden bir haber yalpalayarak… gidiyordu oraya, karısına.
Suyun üzerindeydi cansız bedeni… Yüzü suya dönük, kendini göstermiyordu. Ölmeden önceki gibi kolları hala açıktı, ölümü haber almış kuşlar uçup kaçarken oralardan, o da onlar gibi sonsuzluğa açmıştı kollarını, kanat sanıp, ölümdeyken hala çocuktu sanki.
Demir ve Süheyla’nın seslenişleri birbirine karışırken… kötü haber büyük bir hızla yayılmıştı her yere… İhsan, Neriman, Defne, Kerim… Herkes… İçlerinde umutlarla koşuyorlardı. Asi, ölüme giden birinin zehrine maruz kalmıştı. Yanlış bir anlaşılmanın kurbanı olmuş, sebep olmuştu.
Haydar, içine düşmüştü bir kere keder. Kafesin içinden kızının adını verdiği kuş kaybolunca. O keder aldığı haberle yüzünde büyüyor, bir anda yaşlandırıyor onu… Büyüşünü göremediği kızının ölüm haberini almaya yakındı.
Ses verir umuduyla… ’Abi burdayım ‘ der diye… Her abi deyişinde, sesini hafifçe yumuşattığı gibi yine. Demir, acıyla Melek diye çınlatıyor toprakları. Haydar, yorgun bedeniyle güç bela koşarken ‘kızım’ diye haykırıyor.
‘Meleğim’ diyemeyecek Demir bir daha. Dese de eski anılarına diyecek kardeşinin. Üzülmüş yüzünü yere indirdiğinde ,ona sarılıp ‘ben buradayım’ diyemeyecek. Yanında olamayacak. Melek ‘abi’ diyemeyecek, Demir onun her abi deyişinde onun hala küçük kız kardeşi olduğunu düşünemeyecek. Kahkasını işitemeyecek, birlikte eski anıları anlatıp kol kola gülümsemeyecekler o anılara. Hepsi… Zihnindeki birer sızı olarak kalacak… Bir kardeş eksikliğini hep duyacak. Karanlıktan korkan kardeşini bir karanlığa bırakacak Demir. Ve hep bu cümleyi düşünecek içinde. ’Melek öldü. Melek öldü.’… Bir rüya, kabus olsun diye dua edip, her sabah uyandığında onun artık olmayışını hatırlayıp, avazı çıktığı kadar isyan etmek gelecek içinden… İnanamayacak bir türlü. İnanmak gelmeyecek içinde… Odalardan birinden çıkıp gelmesini bekleyecek ya da kapının aniden çalmasını. Gelmesini…
Uyur gibi Melek. Nehir onu kenarına terk etmiş. Demir ulaştı sonunda. Cansızca duran kardeşinin bedenine.
Hani… Anadolu kültüründe ağıtlar vardır. Ölen kişinin ardından ailenin bir kadın ferdi, dizlerine vura vura şarkı ve şiir arasında bağırarak söyler içindeki acıyı.
Öyle bir sahneydi. Ağıt gibi… Haydar, bilir gibi dizlerini çöküyor toprağa. Demir hala Melek derken… Kerim kardeşi gibi olan Melek’e ‘hadi uyan…’ diyor. Asi, yetişiyor yetişmesine de… O acı tabloya yetişiyor.
‘Meleğim, hadi uyan’ diyor Demir… Kardeşinin yüzüne doğru son ‘meleğim’ deyişi. Süheyla kızının ölümüne inanmıyor… ’Annesinin bir tanesi. Aç gözlerini. Ne olur’… Bir anne yarısı değil Süheyla, anne orda… Melek’in annesi. Her anne gibi evladına ölümü yakıştıramıyor. Demir, çaresizce… kabulleniyor hıçkırıklarının arasında…
Çamurların içinde uzanmış yatıyor Melek. Üşümüş. Süheyla ‘yavrumun üstüne bir şey verin’ diyor çevresine. Ağzıyla duyuruyor sonunu Melek’in, kimse de kılını kıpırdatmıyor…
Yüreğindeki o son hisleri de hıçkırıklarıyla akıtıp bitiriyor Demir. Melek’i kucağına alıp, uzaklaştırıyor oradan. Kolları hala açık Melek’in. Gerçekten uçuyor artık. Kaderin kırılma noktasına götürüyor onu, abi ve kardeş olarak hikayelerinin başladığı yere. Gene bir kırılma. Çat diye. Bu sefer daha derinden… daha acıtıcı.
Geçmiş… Kardeşinin yeniden hıçkırığını duymasıyla geliyor gözüne… O acı… aynı acıyla hatırlatıyor kendini. Daha da katlanarak. O nehir bir yarısını da alıyor ondan.
Yatağına götürmüş Demir, Melek’i. Ağlamıyor. Hıçkıramıyor. Gözü yüzünde belki uzun kirpikleri aralanır diye ya da yılların biriktireceği özlemine mi çare olsun diye… Hiçlik aslında. Kocaman bir hiçlik hissettiği… İçindeki güzel her şey yok olmuş. Kül olmuş.
Asi, dizine dokunuyor Demir’in, avutucu bir dokunuş niyeti. Melek’i götürecekler Demir’den, söylüyor bunu. Demir, Asi’yi yok sayarken cebindeki mektubun ucunu görüyor. ’Ver onu bana’ diyor Asi’ye, bakıyor gözlerine. Yüzü suçluyor onu. Gözleri ise… Melek’in katiline bakar gibi. Asi elinde bir başka zarfla... Demir için artık değerinin kalmadığını düşündüğü bir zarfla… kalıyor arkasından…
Asi ve Demir’in hikayelerinin sonuna gelirken… acı olan bu değil. Acı olan Melek’in susan nefesi. Demir’in kardeş acısı. Süheyla’nın, Haydar’ın evlat kaybı.
TUBASİ, Sohbet Köşesi, 11 Şubat 2012
Görsel çalışmalar / asiyemm / 12.11.11