31 Temmuz 2011 Pazar

Asi sulara Demir attım...

saymadım kaç gün oldu…
diye başlar güzel bir şarkı…
saymadım… sayamadım… korkumdan…
ama… bu sayfalara el-göz değdirmeyeli epeyce bir zaman olduğunu bilirim…
ve yarattığı eksikliği içimde taşırım…

çok acelesi varmışçasına…
günler… gecelere...
geceler de yerini günlere… bıraka… bıraka hızla geçti...
ama ben Asi'den de… Asidostlarımdan da geçmedim… geçemem...
Asidostlarım en yalın halleriyle… duygularını kelimelere dökmüşler her zaman olduğu gibi…
hepinizin eline-yüreğine sağlık...

o hızla geçip giden günlerde neler mi yaptım...
yüreğimin sesini dinleyip… bulabildiğim kısacık boşluklarda bile Asi sulara Demir attım...

Nasreddin Hoca'dan öğrendiğim gibi...
ayları kırpıp yıldız yaptım…
karanlıktan… kimse korkmasın diye...
tıpkı... Melek gibi...
tıpkı… Demir'in Asi'ye getirdiği fener gibi...
gece ışısınlar... diye...

Kozcuoğlularının pamuk tarlalarına uzandım...
Pamuk hasadında Asi'yle Demir'i bir ağaç altında göz göze bıraktım…
bir avuç dolusu pamuk aldım dönüşte..
gökyüzüne savurdum...
masmavi gökyüzünde… bembeyaz bulut olsunlar diye.

Yağmurlara da haber saldım…
o, damlalar...
bu, gözlerin gördüğü en özel aşıkları sırılsıklam ıslatsın diye...

... gördünüz mü… hiç bir güç… Asi'mizi bizden çalamaz…
o, onlar bizim yüreğimizde…

daha bu sabah gördüm… Asi… arabanın arkasında… yem çuvallarını karıştırıyordu… Savon Otelinin avlusunda…
ve bir genç adam… camdan izliyordu onu… Adı Demir'miş… İstanbul’dan gelmiş…
Neriman… ev döşeme telaşında… İhsan bey yeni krediler bulma derdindeydi…
Pamuklar arasında fasulye yetiştiren Kerim… bir anda… Defne dallarıyla sarıp sarmalanmıştı...

bugünlük onları öyle bıraktım..x
ama…
ama...
o geçip giden günlerde…

hayalle gerçeği karıştırıp, arada bir hüzünlenmedim değil…

her zaman olduğu gibi…
hayalin hüznü bana kaldı…
gerçeğin mutluluğunu… başkalarına bıraktım…
benim gözümün değmediği başka yağmurlarda ıslananlara...

doğrusunu isterseniz...
o yağmurların bir kaç damlası gelip kondu göz pınarıma...
ancak… hoşumuza gitse de gitmese de…
bizlere o güzel hayali yaşatanların işlerinin "beğeni" kısmının bir parçasıydık yalnızca…
biz onları bilirdik… ama onlar işlerinden sıyrılıp… kendi gerçeklerine döndüklerinde... yaşamlarında… hiç birimizin hükmü olmazdı…
mutluluklar dilemekten başka...

*naile* , Sohbet Köşesi, 31.07.2011

KORDUGUM

Gözlerine bakarken...

Nazım yıllarca önce Asi'ye yazmış sanki şu dizeleri...

Gözlerine bakarken
güneşli bir toprak kokusu vuruyor başıma,
bir buğday tarlasında, ekinlerin içinde
kayboluyorum...
Yeşil pırıltılarla uçsuz bucaksız bir uçurum,
durup dinlenmeden değişen ebedi madde gibi gözlerin:

sırrını her gün bir parça veren
fakat hiç bir zaman
büsbütün teslim olmayacak olan




Asi için bütün hislerimizi barındırıyor bu şiir… 'Gözlerine Bakarken'...

Gözlerine bakarken Asi'nin... Uçsuz bucaksız topraklar geliyor zihnime… Bereketli yeşilliğiyle, suskun sessizliğiyle, umutlu kahvesiyle görüyorum her kuşanmışlığıyla toprağın... Güneşi görüyorum onda kuvvetiyle… güneşi içiyorum onunla… Sonra en pırıltılı sulara dalıyorum… ve bazen en aksi nehirlerde boğuluyorum..

Sonra pembe dudağının kıvrımlarında acıyı görüyorum... Bir gün kalmış dünyanın ömrüne sanıyorum… ve gene mutluluğu görüyorum… bin gün daha gelecek diyorum…

Saçını savurduğunda öfkesi ne güzel diyorum… nasıl sevdiğine fırtınalar yaratıyor…

Yutkunuşunda işte şimdi kinini suskunlaştırıyor, gömüyor diyorum…

O asi yürüyüşünde kuşlar gibi özgür hissediyorum kendimi… sanki Asi salındıkça tozlu yollarında, o tozlar bulut olup uçuruyor benle onu… Hürlüğü görüyorum…

Başını kaldırıp, dik durduğunda onuru görüyorum onda güzelliğiyle… sonra gurur oluyor asaletiyle… bazen kibir oluyor… Bütün tersliğiyle akıyor bir anda… hayat çeşmesi kapanmış oluyor… kupkuru bir deniz görüyorum

Demir'e baktığında ateşinin sebebinin kim olduğunu görüyorum... Sıcaklığı hissediyorum usul usul… Denizinin kim olduğunu görüyorum… Uçmasını sağlayan kolun kanadın kim olduğunu… Bir gün… Alsa başını gitse uzaklara… Yıllar sonra... yüz yıllar sonra... kime döneceğini görüyorum… ve her ne olursa olsun… asla ondan gidemeyeceğini görüyorum...

Ben Asi'yi çok seviyorum… bugünlerde nedense daha çok... en çok da kişiliğini seviyorum… Kimliğini… Asi bir kimliğe, gerçek bir onura sahip… En çok bundan seviyorum…

TUBASİ, Sohbet Köşesi, 31.07.2011

İçim yine buruk...

İçim yine buruk...
Yine dalmışım hatıralara... Yine hatıralarımın süsü Demir ve Asi...
Ha bi de Asya var... Bu aşıkların küçücük kuzusu...
Bir aşk yolunda buluştular... Kavga ettiler, barıştılar,
Sonra yeniden kavgaya kalkıştılar...
Kavgaları bile aşkla dolu...
Sohbetleri hep aşk kokulu...
Aşkları asi... Kızımızın ismi gibi...
Sevdaları demir gibi sert... Hani oğlanımızın ismi de Demir ya...
Ama hatırlarım sadece aşk kokmuyor bu defa...
Arkadaşlık, kardeşlik de kokuyor...
Kerim’i, Defne’yi , Aslan’ı ,Melek’i düşündükçe...
İntikam da kokuyor azıcık Ali’yi düşündükçe...
Babalık, annelik, teyzelik bile kokuyor hatıralarım
İhsan, Neriman, Süheyla derken...
Ve sadakat kokuyor
Fatma’yı ve Ökkeş’i düşündükçe...
Kimler geldi, kimler geçti...
Birileri kaldı, birilerini hatırlamak bile geçmiyor içimden...
Bir Asi aşkın aşığıyım şimdi, hatırlarım hep sevda dolu...
Bir birine suya hasret gibi kavuşan ikiliyi çok özlüyorum ben...
Sizler gibi...

semurla, Sohbet Köşesi, 27 Temmuz 2011

MERVE61

23 Temmuz 2011 Cumartesi

Başlayan sondur sevda...

Zaman tüneline çıkmak için illaki o hayali kurulan makinaya ihtiyaç yok bana kalırsa. Bir sandığı karıştırarak da zaman atlaması yapabiliyor insan. Ben bu yeteneğe sahibim... Siyah beyaz fotoğraflara bakarak, eskiye ait objelere dokunarak, sararmış ilkokul defterlerini karıştırarak pekala olabiliyor yolculuk... Ben bugün bu istekle anneannemin sandığına daldığımda güler yüzlü bir kadının kasetini buldum. Merak ettim. Çalışmaz sandım ama dinledim büyük bir keyifle.

Sevingül Bahadır söylemiş… Çok uzaklardan gelen bir ses onunkisi… Hem tanıdık hem alışılmadık… Sevda Dediğin diyor şarkıda… Pek güzel… Naif…

Sandık yerle bir durumda… Nineden miras kalmış danteller bir tarafta duruyor… Kuşaktan kuşağa aktarılıyor işte bilirsiniz...(herhalde beni de bulacak bu miras) Durmuş bir kol saati… bitmiş bir ruj… plaklar… ayna… okul defterleri… siyah beyaz fotoğraflar… Ama işte şarkı öyle güzeldi ki ben zaman tünelinin ortasında yolu yarım bırakıp geri dönebildim… Bana Asi'yi... Demir'i anımsattı o şarkı…


sevda dediğin nedir nedir ki?
kar üstünde izdir sevda
güne açan yıldızdır sevda

sevda dediğin,
şiirin kalbinde kandır sevda
şarkıda biten yalandır sevda

sevda dediğin nedir ki?
başlayan sondur sevda

sevda dediğin nedir nedir ki?
korularda gecedir sevda
güle aşılı acıdır sevda

sevda dediğin,
denizin içinde ateştir sevda
pınarın gözünde yaştır sevda

sevda dediğin nedir ki?
dilsiz bir kuştur sevda


İşte bu güzel sözlerin akıtıldığı şarkıdan sonra 34.bölümü karıştırdım… Sezon finalimiz… Çektiğimiz çilenin ertesinde kısacık bir anla ohhh dediğimiz ,mutluluktan bir tuhaf olduğumuz bölüm… Aslında bölüm de çileliydi… Son anına kadar…

Defne geç kalmış bir hamlede bulundu. Bu zamana kadar neredeydin diye iç geçiren biz aynı zamanda bağrımıza bastık o dakikada… Asi'yi söyledi Demir'e… Bir inatla ne yapabildiğini, gurur ve kibir arasında kalmışken nasıl tersine akabildiğini vurdu oraya… Demir, Kerim'in endişeli gözlerinin altında tur attı çevresinde...Sonra… Gök gürledi… Hadi, koş sevdiğine dedi belli ki…

Yağmur sevinçle düştü toprağa… Sebep olacağı için kavuşmaya... en olanca kuvvetiyle, bereketiyle serdi kendini toprağa... Ve araba camına düşen her neşeli damla güzel günleri anımsattı Demir'e… Belli ki her şey kavuşmanın daha kuvvetli olması için bütün kozlarını kullanıyordu… Yağmur altındaki Asi'yi gördü önce yağan yağmurda… Atıyla ıslak topraklardan geçmenin mutluluğunu taşıyan gözlerini anımsadı Asi'nin… yağmurdan ağırlaşan göz kapaklarının bir iki defa kırptıktan sonra teşekkür eden gözlerini hissetti yüreğinde… Kolundan tutup kendine çekişini… ilk sersemleyişini duydu dudaklarında… ve yüze giden elleri… dudaklardaki itirafları...bir bir geçti zihninde…

Nefes alıp yoluna devam etti… Yol kısalıyor, ona gidiyordu...

Asi ise suskun bir şehri bekliyordu o sıra… Karanlık basmış, sesler kaybolmuş… Yağmur var tek… Ve de içine giren kasvetli bir kabus… Yorgun bir aşık olarak acıyla bekleyişte Asi… Gözü çamur olmuş avluda her an… Yağmur tam da onun sevdiği gibi yağsa da memnun edemiyor Asi'yi... Asi'nin gözlerinin ardında bambaşka bir gökyüzü var… Puslu, karanlık, susmuş…

Ve tam da o anda... Çamur kaplı avluda… Flu gibi beliriyor Demir… Sırılsıklam... Sanki karışmış yağmurla, bir olmuşlar artık… Asi pencerenin kenarındaki nöbetini sonlandırıyor heyecanla… Demir ondan farksız avluyu geziyor ufacık...Asi koşuyor… koşuyor… Demir bir iki adımla yetiyor zaten… Sonra nefes almaya fırsat kalmadan kollar sarıyor bedenleri…



Asi hapis ediyor kendini Demir'in kollarında… Alınıp verilen her nefes daha çok sarılmak için bir güç kaynağı oluyor..

Geleceğini hissettim..

diyor Asi...Demir bir an ayrılıp yüzüne bakıyor Asi'nin… Çok ıslandık diyor Asi bu sefer… Demir Asi'nin gerçekliğine bakıp zaman kaybetmeden yeniden kollarına alıyor… Kaybetmiş sanmışken… her şey bitti demişken Asi ona doğru akıyor… Bir an öyle bir şey oluyor ki… Yağan yağmur, çamurlaşan toprak, Asi, Demir… Hepsi aynı oluyor… Seçemiyor insan… Öyle sarılıyor ki öldürecekler birbirlerini sanıyorsun ama gür çıkan nefeslerle rahatlıyorsun… Asi ellerini Demir'in başında, boynuna gezdirirken Demir'de hala bir inanamamışlık taşıyor... Oysa hiç o kadar gerçek olmamıştılar...

Yılgın ama cesur bir yağmur akşamı aşka nefes nefes koşan oluyorlar…

Öyle güzeller ki insan imrenemiyor bile...

Hani şu şarkı demiştim ya...

Ben en çok şurasını sevdim;

sevda dediğin nedir ki?
başlayan sondur sevda


TUBASİ, Sohbet Köşesi, 23 Temmuz 2011

İçimde bir nefes...

“Sen gözlerimde bir renk; kulaklarında bir ses ve içimde bir nefes olarak kalacaksın" der bir şarkı...
Birkaç hafta önceydi.

Karşı odadaki arkadaşım çağırması üzerine oraya geçtim. Oda doluydu. Bir gümüşçü gelmişti ve herkes gümüş yüzüklerin, küpelerin başına üşüşmüştü. Gümüşü sevdiğimi bilir arkadaşım. Ben de bakayım istemişti arkadaşım o yüzden.

Yakutlu, akuamarinli, mercanlı, incili, zümrütlü, kaplan gözlü, kehribarlı, akikli yüzükleri tek tek inceliyorduk. Çok kaptırmıştım kendimi gümüş pırıltısında yüzen taşlara. Çok tanıdık bir müzik geldi kulağıma birden.

Sadece birkaç nota. Tüylerimizi ürperten o beste. Asi çanların çaldığı müzik. Asi sevdanın; nefrete asi başkaldırışın; sevginin önünde uysalca eğilişin müziği.

Hemen arkama döndüm. Sandım ki Hatay Ovası uzanıyor ardımda. Bir çiftlik evine giden yol uzanıyor palmiyelerle gölgelenmiş.
Çiftliğin taş duvarlı bahçe kapısından girince tavuklar kaçışacak ayaklarımın arasından. Aslan, sert bakışlarıyla çıkıverecek hiç umulmadık bir delikten. Belki burnundan soluyacak.

Neriman balkondan aceleyle İhsan Bey’e seslenecek. İhsan Bey giderayak kendisini oyalayan Neriman’a yılgın ve usanç dolu bir bakış fırlatacak. Neriman istediğini bulamamış bir yüz ifadesiyle geri çekilirken lastik çizmeli kızını görecek tarladan dönen. Hemen ona laf yetiştirecek çamurlu çizmeleriyle içeri dalmaması için. Asi onu duymayacak bile. Salonun ortasına kadar gelecek lastik çizmelerinden çamur döke döke.

Odasının duvarının dibinde gön çizmeleriyle kırılgan duruşlu, kırık gülüşlü Defne, Kerim’e gizlice mesaj atacak. İçli Melek, çiftliklerinin balkonunda teyzesiyle oturuyor olacak. Demir, çelik gibi soğuk bakışlarının ardına gizleyecek ne derin bir sevda çektiğini. Ökkeş her zamanki gibi sadık ve saygılı haliyle bir köşede bir işin ucundan tutuyor olacak.

Fatma Anne, mutfakta Hatay yemekleri yapıyor olacak harıl harıl. Pişirdiği içli köftelerden, böreklerden aşırmak isteyenlerin ellerine şap diye vuracak kaşlarını çatarak.

Cemal Ağa’nın otomobili duracak Kozcular çiftliğinde. Bastonuna yaslanarak inecek ağa. Başını sallaya sallaya. Kısık gözleriyle derinden hesaplar yaparak. Gülerek de aynı zamanda.

Artık giderek İhsan’laşan Ziya, tarlaların başında sulama motorunun arızasını gidermeye çalışacak. Ziya, ikinci bir İhsan Bey olma yolundayken evin küçük kızının çaldığı gitarın sesi odadan dışarı taşacak; Dalları bastı kiraz…

Dönüp baktığımda alt katlardan bir arkadaşı gördüm. Çalan cep telefonuna cevap veriyordu. Sadece “Asi’nin müziği” diyebildim. “Evet” dedi. Gözlerinde nasıl bir değişim olduğunu gördüm o eveti duyarken. Bir şeyler çaktı, söndü, parladı göz bebeklerinde. Belli ki aynı izlenimleri edinmiş; aynı etkileşime kapılıp asisever olarak kalmıştı tıpkı bizler gibi. Belki buradan birisiydi. İçimizden biriydi.

Bunu soramadım. Ne de olsa burası bir işyeri. Bir insanı tanıdığınızı sansanız da tanımadığınız çok yönüne açılan hiçbir olan pencere olmayan tek pencereli bir yer burası. İnsanları sadece belli bir pencereden; sadece belli saatler içinde; belli kurallara uyarken ve kendini değil çalışanı oynarken gördüğünüz, bildiğiniz yer. Yani tanıdım sanıp da aslında belki de hiç tanımadığınız yer.

O yüzden Asi’den uzun uzun bahsedemedim kalabalığın ortasında. Ama onunla bir yerlerde karşılaşacağız bu koca binada. O zaman konu mutlaka ASİ’ye gelecek bir punduna gelip.

Sadece birkaç nota. Sadece çok bildik birkaç ses. Mısır tarlalarını, lastik çizmeleri, tarlada uyumaları, ağıllarda sabahlamayı, ağlamaktan uyuyamayan kızları, kuzuları, atları, yağmuru, kuraklığı, aile bağlarını, tersine akmayı anlatan birkaç ses. Ve o sesin ardından gözlerde birdenbire beliren farklı bir ışıltı. Bambaşka bir ifade. Asi dizisini izledikten sonra işte yaşamak böyle bir şey oluyor.

Acemi Demirci, Sohbet Köşesi, 20.07.2011


Flora

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Yüreğini okuyor...




"...Annenin son sabahı... onları tekrar bulana kadar, Demir’in hayatından bütün gelincikleri koparıyor. Yalnız bırakılan bir dal gelincikten daha farklı değil yalnız bırakılan bu iki yavru kuş o iki taş arasında. Birlikte olmaları... yakınlıkları... düşkünlükleri... yapayalnızlıklarına fayda etmiyor."


... 25 yıl sonra iki taş arasında açan gelincik tohumlarını saçmış… Artık narin hassas olan 3 tane gelincik var… Üçü de gelincik tarlasında ne tesadüf… AsiDemirAsya…Artık yalnız değil… Bu iki sahnenin birbiriyle bağlantısı var mıydı bilmiyorum ama ben öyle düşündüm… Ben inanıyorum annesi bir yerlerden Demiri gözetliyor… Oğlu yalnız olmadığı için mutlu, dallanıp budaklanmış oğlu… Mutlu olduğu kadar da üzgün…Oğlu kötü bir hastalığa yakalanmış… Olsun Asidemir bir gelincik tarlasında yan yana, gözgözeler… Asi tedirgin, yüreği başka söylüyor,dili başka… Onu en iyi Demir bilir…Yüreğini okuyor…

CEYHAN, Sohbet Köşesi, 16 Temmuz 2011

KV_FAN

Aşkın adı...

…üç harfli ve A ile başlayan bir kelimenin bizi esir alacağı söylenseydi herhalde bu kelime Aşk derdik çoğumuz Asi değil.

Aşkın adı Asi oldu

SerapSU, Sohbet Köşesi, 5 Temmuz 2011


Alıntı

L'automne...

TUBASİ’nin ‘sonbahar’ı… bana başka sonbaharları hatırlattı. Markiz Pastanesinin fayans panolarından ‘L’automne’… Asi-Demir’in ‘L’automne’ u da en az onun kadar güzel değil mi…

Yapımcılar, oyuncular, sektörde söz sahibi olanlar… ‘dizi’lerde sanat olmaz, olamaz derken… popüler kültüre hizmet ettiği söylenen, her hafta peş peşe çekilen dizi bölümlerinin, çarçabuk tüketilmek üzere üretildiklerini iddia ve kabul ederken… neden bizler için ‘Asi’ farklı? Neden tüketip bitiremedik bir türlü. Neden tek bir karesi ile bile hala alıp götürür başka dünyalara bizi…

Markiz Kadını’nın boynunu bulan kendi dokunuşunda yok mudur hissettiğimiz Asi-Demir tutku… o sevgilinin tendeki hayali dokunuşu… seslerin boğulduğu derinliklerde saklamıyor mu o dokunuş dünyevi gerçekleri. Gerçek nedir ki?! Aslında Asi-Demir daha çok doğru ve yanlışın peşine düşmüştü… değil mi?

e.min, Sohbet Köşesi, 15 Temmuz 2011

İki kişilik bir dünya...

Sıcak topraklardır güney şehirleri.
Sıcağı iyi bilinir güneyin kuzeylilerce bile.
Hep beyaz örtülüdür diye bellenmiştir güney.
Pamuk tarlalarından.
Ya da turuncudur sokaklar, caddeler bile her mevsim.
Turunçların renginden elbiseli şehirler vardır güneyde.
Limon çiçeğinden kokulu.
Narenciye dallarının dikenleriyle dolu.
Güney toprakları yazın kavrulur.
Çatlar yarık yarık, derin çizgilerle ayrılır.
Suya hasrettir.
Asi Nehri’nin sulamadığı topraklar.

Sıcak bir rüzgar esti bir gün ta güneylerden akşam üstü.
Tertemiz, apak duygular düştü gözler önüne bir Cuma günü.
Katranlarda vardı arada ama,
Katran karalarına bulanmış yaraları ak pamuklar sardı.
İki kişilik bir dünya yaşandı güneyde.
Güney’in Hatay ovasında, tepelerin eteklerinde.
Sahillerde at izleri , gönüllerimizde derin izler bırakarak.

İki kişilik dünya, pamuklar kadar temizdi.
Turunç rengi kadar sıcak.
Güneşte kavruldu, susuz da kaldı bu pamuk gibi, turunç gibi sevda.
Ama hep beslendi; biri asi biri demirden yüreklerde.

Sevginin hası olur da sevilmez mi?
Sevdik o yüzden.Hem de nasıl sevdik Hatay’da yeşeren bir sevgiyi.
Diziymiş miziymiş demeden üstelik. Gerçek belleyerek.
Bir diziyi sevdik.Bir sevgiyi sevdik.Bir şehri sevdik.
Bir şehrin mimarisini, dar sokaklarını sevdik.Antakya kültürünü sevdik.Doğasını sevdik.
Palmiyelerin gölgesinde gidilen bir çiftliğe vurulduk.
Çiftliğin taş duvarlarına da, eski mutfağına da, tavuklarına da, terasına da vurulduk.
O çiftlikte olmak istedik. Çiftçi olmak istedik. Zaten çiftçi ruhluyum, bilirim.
Sevgi; süreğenliği sağlayamayabilir. Süregelemeyecekti zaten sevdiğimiz olgu. Bir diziydi sonunda sevdiğimiz şey.Ama sevgi beslenebilir her sevence. Besliyoruz. Hem de bitmiş bir diziyi.Dizi diyene inanmadan.Bir sevgiyi, masumiyeti, naif bakışları, sevginin kini, düşmanlığı yenmesini sevip besliyoruz.
Gönden çizmeler giyip atla gezmeyi, lastik çizmelerde tarlada, bahçede dolaşmayı, el işçiliğiyle yontulmuş taştan evlerde oturmayı, nakışlara o evi yapan ustaları baktıkça hatırlamayı, bahçede ağaç altında, terasta oturup sohbet ederken tertemiz hava solumanın hazzını efsaneleştirerek sevdik.
Çiftlikleri, eski taş evleri, sabun şenliklerini, baharda kuzuların doğmasını, ama blue jean giymeye laf etmeden ille blue jean giymeden de genç kız olunabileceğini, kumaşın allısından, çiçeklisini, tiril tirilini, kenarına su taşı dikilmişini, yakasına ince dantel geçirilmişini bulduğumuz bitmiş bir diziyi sevgimizle besliyoruz bitirmemecesine.

Acemi Demirci, Sohbet Köşesi, 19.07.2011


MERVE61

Çok değil... sadece bir kaç yıl...

Uzun zamandır öyle uzun uzun oturmuyorum televizyon karşısında.
Küstüğümden değil.
Bunda arkası bir kampüse bakan yeni evimizin de katkısı var elbet.
Kah arka kah ön balkonda hava almaların, bakınmaların.
Ama yine de yan nedenler de var televizyondan uzak duruşumun.

Hala kaçırmamak için dakikliğimin en görkemli uygulamalarında bulunduğum programlar yok değil.
Hava durumu mesela.
Bir de Güven İslamoğlu’nun tabiatın ta içinde çektiği yapımlar.
Ardıçlı, gökyüzülü, çayırlı çimenli programlar.
Hoş hava durumu kaçmasa da Güven İslamoğlu’nun programlarının kaçtığı oluyor.
Kaçmaması gereken türden olsa bile.
Yeşilli, dağlı, tepeli, orkideli, kuşlu böcekli olsa da.
Başka bir neden yok gibi birkaç yıldır televizyonu aç diye beni yönlendirecek.

Hala televizyonun düğmesine basıyorum her sabah.
Çünkü benim kol saatim hep ileridir.
Servise tam vaktinde yetiştiğim saat; televizyonda sağ altta verilen saate uyduğum saattir.
Her sabah hava durumu ve sağ alt köşedeki saat için açarım ille de televizyonu.

Akşamları, Ankara yazının esintisinde, toygarları, kırlangıçları, hatta zaman zaman keklikleri izleyerek oturup şöyle damla sakızlı bir dondurmayla serinlemek varken televizyon aklıma bile gelmiyor. Gelmesini sağlayan neden birkaç yıl önce bitti zira.
Eğer televizyonun düğmesine basarsam neler göreceğim biliyorum.
Neyi göremeyeceğimi de.

Çok değil sadece birkaç yıl önce iş dönüşü televizyonda olurdu gözüm.
Bir ön tanıtım/fragman beklerdim göz kulak kesilip.
Çınlata çınlata gelen tek tek notaların sonra bir araya gelip topyekün haykırışıyla seslenişini duymak isterdim.
Lastik çizmeli bir kızın yağışı, sulamayı, doğacak kuzuları, tarlaya serpilecek tohumları düşünüp tasalanmasını beklerdim.

Zarif sözcüğünün bir genç kızda nasıl ortaya çıktığını görürdüm defne kırılganlığındaki bakışlarda.
Goncalarda çiğlerin gözyaşı olduğunu görürdüm.
İhsanda bulunmanın güzelliğini seyrederdim.
Cemali kızgın baksa da içi başka olanları gözlerdim.
Demir gibi, su katılmamış çelik gibi, eğilip bükülmez, eskimez, bitmez bir sevgiyi severek , bitmesin isteyerek izlerdim.
Asi bakışlara asi olur, sıcak yüreklere ısınıverirdim.
Bir kaçakçının bir ağaya dönüşme öyküsünü izlerdim.
Bir kinin tohumunun nasıl atıldığını, bu tohumun nasıl da filizlendiğini görüp, yeni tohumlar vermeden kin çiçeğinin devşirilmesini umut ederdim.
Çok eskide kalmış bir aşkın şimdilerde ortaya çıkan sonuçlarının sarsıntısının güzellikle atlatıldığına sevinirdim.
Bu çok eskide kalmış aşkın aslan gibi bir meyvesi olduğunu; aslan yürekli bir gencin o diziye neden dahil edilmiş olabileceğini düşünürken kestirmiştim. Tahminimin doğru çıkıp çıkmayacağını beklerken oyun da oynar gibiydim iki saat boyunca her Cuma.

Yani ben bir dizi izlemiştim.
Bir dizinin beni nasıl da içine çektiğine şaşakaldım önceleri.
Ama sonra tek olmadığım anladım.
İçim rahatladı.

Ben dizi izlerken;
Sabah akşam televizyon açık olurdu.
Çok uzun gelir, gözümde büyürdü ertesi Cuma’ya kadar beklenecek zaman.
En azından Cuma’ya ait birkaç sahne, o bambaşka müzik ile yetinmek için açardım televizyonu.
Sadece bir ön tanıtım için. O tanıtımı tanıtan müzik için.
Bir de o vakitler minik ama sevimli eski evimizdeydik.
Ankara, Bahçelievler’in tıklım tıklım dolu sokaklarından birinde.
Tabiat pencerem televizyondu o zamanlar.
Dağ, tepe, bağ bahçe, toygar, kırlangıç, keklik, yaban hayatı görmek için.

Acemi Demirci,Sohbet Köşesi, 14.07.2011


Çakıl

Bir varmış...

…………………….
Bin bir gece masallarından yetmiş bir dizilik masala

Masallar dinlenir.
Oysa biz izledik.
Bizim masalımız bir diziydi çünkü.
Büyüklere masalların en güzeliydi.

Masalın “bir varmış”ı en hasından sevgiydi.
İntikam yeminlerini bile deviren bir sevgi.
Katıksız, halis. Üçüncü şahıslarla kirlenmemiş.
Saf, arı, billur gibi.
Pınar gözesi gibi, taze su kaynağı gibi.
Hatay dokusuyla süslü.

Masalımızın “bir yokmuş”u kindi, nefretti.
Bu masal, sözlüğün fena kelimelerini dışlamış bir masaldı.
O yüzden saftı. Naifti. Apak, dupduruydu.
Su gibi.

Masallar uykudan önce dinlenir çocuklarca.
Biz uykudan önce izledik oysa yetişkinlikte.
Uyku tutmadı bazen masalın ardından.
Onlar mutlu olamadıkça gözümüzü kırpamadan sabahladık.

Masal deyince hep bin bir gece masalları gelir aklımıza.
Her gece, biteviye, yeni baştan anlatılan masallar.
Oysa bizim masalımız haftada bir kez anlatılanlardandı.
Bin bir gece masallarına hiç mi hiç öykünmedi üstelik.
Bizim masalımız yetmiş bir kez anlatıldı.

Bin bir gece masalları, bin birinci gecede sonlanır.
Bizim masalımız yetmiş birinci haftada bitti bitmesine de;
Binlerce gündür anlatılagelmekte ağızdan ağıza ya da kalemlerce.

Acemi Demirci,Sohbet Köşesi, 12.07.2011

aysem

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Sonbahar



Asi ve Demir sanki bize bütün mevsimleri yaşattılar. Bu sahne bana sonbaharı çağrıştırıyor… Sonbahar hem hüznü hem de mutluluğu çağrıştırır bana… İlk karşılaşmalarından itibaren sanki o ana kadar sırf birbirlerine bakmak için yaşamışlar gibi, sarılırken dahi hasretliymiş hissiyatı uyandıran bu iki güzel insan bir anda bir keskin bir bıçak darbesiyle yollarını ayırıvermişlerdi. Acı sözler işitilmiş, kırgınlar yaşatılmış, kalpler bir anda paramparça edilivermişti. Demir sürgüne, Asi inzivada beklemede. O kadar yıl içerisinde büyüyen güzel bir çocuk dışında güneş elini eteğini çekmiş doğmamıştı yüreklere. Yaşamak nefes almak değildi elbette. Demir döndüğünde şehre gözlerinde o yaşamadan gömülmüş bir adamı anlatıyordu. Asi ise sadece kızının elini tutarken, ona bakarken yaşıyor oluyordu, şanslıydı… Ama o inatçı kız yerine derinlerde bir yerlerde güçlü olmaya çalışıyor toprağa köklerini salmak için çırpınıyordu. Demir onu bile yapmıyor ,çoktan salmış bırakmıştı kendini zamana..

Artık sevmiyorlar mı derken tam da… bir anda… aslında daha çok sevdiklerini anlattı bana bu kare… Sevgi yan yana olmak, el ele tutuşmak, göz göze bakışmak, tatlı sözler söylemek, sarılmak, öpüşmek değilmiş… Hasret göz yaşları dökmek değilmiş… Acı doruğa ulaştığında göz yaşları korkar çekermiş kendilerini… O zaman anladım… anladık… Aşk görmeden sevmek, sarılmak öpebilmekmiş… Hasret olanaksızca umut edebilmekmiş…
Asi'nin gözlerinden akan yaş tuzlu bir damla olmaktan çıkıp bir hasretin hikayesi olarak kendi dudağından Demir'e tattırdığında… Demir kırılgan bir şahesere özenle, tereddütlüce dokunduğunda… Gözlerini sımsıkı kapattıklarında… Gözlerinde ayrılığın korkusunu yaşattıklarında… Gördüm ki yıllar Asi ve Demir'in aşkına hüzün ve kocaman bir hasret katıp daha da tatlandırmış. Tarifsiz bir acıyla tarifsiz bir mutluluk kenetlenmiş…

Mutluluk… Doğru kelime bu işte… Asi ve Demir yollarını ayırmışken kaderin güzel bir planla, açılan bir zaman diliminde kavuşturması. Kendilerine sunan lütfun hazzını yüzlerinde, gözlerinde, hareket eden parmaklarında, akan ve akmayan yaşlarında yayıp mutluluğu anlattılar… Fısıltıyla söylenen sözler usulca yüreklerindeki yaralara berelere gidip üfledi... acı falan kalmadı.

Asi'nin gözleri akarsu olmuş, Demir yeniden güzel olan her şeye akıp götürdü… Üstüne atılmış ölü toprağından sıyrılıp yeniden filizlendi…

Bu yazıyı yazmakta zorlandım ..Sahneyi başa sarıp sarıp yeniden izledim… Şimdi takılı kaldı hala söyledikleri kulaklarımda;

''Bütün kızgınlığıma rağmen seni sevmekten bir an vazgeçmedim''
''Hep seni düşünüyordum. Her an,her yerde''


TUBASİ, Sohbet Köşesi, 10 Temmuz 2011


ANTE

Poseidon'un rüzgarları...

uzun... hem de upuzun boylu Aslan dayısı… babasının dönüşünü bekleyen Asya'yı avutmak için elinden tutup muhteşem mozaiklerin sergilendiği Müzeye getirmişti… hatırlarsınız… denizler tanrısı Poseidon üfürüyordu rüzgarları.
işte, şimdi… yine Poseidon iş başında… Asi… Akdeniz’in en kuytu ama en güzel yerinden… o üfürümle başka denizlere yelken açtı…
garip ama…
gider de dönmez mi diye kaygılanmıyorum…
çünkü… ona en güvenli limanı bizler sunuyoruz... başka yerlere Demir atsa da döner gelir… yaşam bulduğu toprağına ayak basmazsa yaşayamaz... hepimiz biliriz...

bu sayfalarımızı ilk kez okuyan dostlarımızı da yanıltmak istemem…
Asi… ilk bölümden son bölüme kadar her zaman,.her şey yolunda gitmedi...
öyküde inişler-çıkışlar da yaşandı...
hatalar-eksikler sıralanmaya başlasa… "buradan köye yol olur" da oldu…
yeri geldi saçımızı başımızı yolar hale geldik…
ama yeri geldi...
iki çift gözün birbirine bakışında biz de eriyip gittik...
öfkeleriyle öfkelendik…
sevgisini korkularında saklayan bir babanın… duyarlılığına hayran kaldık…
hüzünleri beraber yaşadık...
altın kolyeyi Asi'nin zarif boynuna takan Demir'in elleri kadar titredi ellerimiz...
duyguların şiddetini görebilmek için bölümler boyu bekledik...

kısaca ... yaşam gibiydi Asi...
hepimiz gibi...
artıları… eksileri… sevapları… ve günahlarıyla...

biz onu bu haliyle sevdik... benimsedik…
ama… eleştirme… irdeleme hakkımızı kullanmaktan da çekinmeden…


*naile*, Sohbet köşesi, 06 Temmuz 2011



DUYGU

İsyankar...

İsyankar anlamlı sözcük Asi mi? O artık “bitmez bağlılık” anlamlı bir kelime oldu
Bir dizi izleyene kadar bizim için sadece bir sözcüktü “asi”... Ne daha fazlası ne daha azı. Lamı cimi yoktu. Korsanları çağrıştıran bir sözcüktü asi. O kadar. Ötesi yoktu.
Başkaldıranlar bu sözcükle tanımlanırdı. Kafa tutan, isyan çıkaranlardı asiler.
Asi denildiğinde hoşlanmazdık bile. Gerçi yeni yetmelikte bize de denmiş olabilir, biz de asi olarak nitelenmiş olabiliriz on yedimizde. Ama o yeniyetmeliğin olağan akışındandı. Sonra kavak yelleri durulur, ayaklar yere basardı.
Sözlüğün ilk sayfalarında “A” harfi ile başlayan sözcükler sıralamasında sonlarda yer alan bir sözcük olan asi, nasıl da zarif bir anlama büründü sonraları.
Romanlarda ya da şiirlerde rastlardık daha çok bu sözcüğe.
Günlük hayatımızda az kullandığımız hatta günlerce hiç ağzımıza dahi almadığımız bir sözcüktü belki de.
Ne zaman mısır koçanları arasında gezen, Asi nehrinin yosunlarına özenmiş mısır koçanlarının yeşilinden; toprakta, yaprakta, dalda, koçanda gezinen bir çift çiftçi ruhlu gözle karşılaştık o zaman bir ASİ masalına yol almaya başladık. Sadece mısır tarlalarında, maydanoz tarlalarında, ekinlerde, ovalarda değildi yolumuz. Hatay’ın uzandığı, Asi Nehri’nin döküldüğü Akdeniz sahilleri bizim için Asi bir yol oldu. Ama ne yol. Yol bitse de biz hala yürüyoruz. Ne güneş; ne yağmur; ne dolu; ne fırtına. Seve seve yürüyoruz aldırmadan.
Pamuk yetişir güneyin bereketli topraklarında. Biz pamuk yürekli demirler görür olduk güneşin kavurduğu, çatlattığı bazen suya hasret tarlalarda, bahçelerde.
Mısır tarlalarının nazlı nazlı uçuşan sarı püsküllerinden bir müzik doldu evimize bir akşam, hiç beklemediğimiz bir anda, hiç ummadığımız tesirde, sihirli bir flütten gelircesine. O an kulak kabarttık o müziğin anlattıklarına. .
Kulak kabarttık önce; sonra göz kulak kesildik.
Göz kulak kesildik derken ardından müptela kesildik bir diziye.
Asi, bizim için sözlüğün ilk harfinin yer aldığı bölümün sonlarındaki üç harfli bir sözcük olmayı terk etti, çaldığı maya tuttu. ASİ bir korsan kesildi Asi; bizi esir aldı gemilerimizde, Cuma günleri saat 20.00’den başlayarak. Ve Cuma günleri saat 22.00’den itibaren öbür Cuma’nın saat 20.00’sini bekleterek. Hiç böyle sevilen bir asi, bir korsan olmamıştır daha evvel hiçbir denizde eminim. O korsan Akdeniz’den çıktı. Şimdi Monakolar ’da geziyor ara sıra.
Asi bizim için ASİ’ye’nin kısaltması oldu. Güzelliklerin kısaltması oldu. Saf sevginin, naif bakışların, bozulmamışlıkların kısaltması oldu.
ASİ’ye, ASİ idi ve ASİ bize masaldan öte bir sevgiyi, aile bağlarını, kinin aslında bir sevgi bendine çarpmadıkça ne kadar güçlü çarpınca nasıl da kırılgan olduğunu; kin zehrinin panzehrinin sevgi olduğunu kulaklarımıza duyurdu, gözlerimizin önüne serdi.
ASİ bizim için tutku oldu. Asi’nin sözlük anlamı ne olursa olsun, sözlüklerde nasıl tanımlanırsa tanımlansın tek anlamlı bir sözcük oldu: Bitmez bağlılık.
Tutkulu sevdaya tutkuydu bağımız.
Tabiata tutkuydu hem de nasıl.
Mimarinin taşlarda konuşanına tutkuydu. Mimarinin hasına tutkulu gözlerimiz bayram yaptı taş konakların her köşesinde gezinirken..
Kıyafetlerin en kadına yakışanının, en çiçekli, allı güllüsüne; rengin çiçeklerde bayılmışıyla desenlenmiş basmalara, pazenlere biçileninin; kloş eteklerin kalın kemerlerle süslenmişinin; tiril tiril uçuşanının adı oldu.
Kır tarzına nasıl da hasret kaldığımız, şehir hayatında buluta, kaya başında yeşillenmiş yosuna, uçuşan her çeşit kuşa , ağaç gölgesine aslında nasıl da içten içe özlem çektiğimizin aynası oldu.
Egzozlu çok şeritli yollarda, trafik sıkışıklığında bunalmışlar olarak yağız atla gölgeli yolda, palmiyeler altında ya da Samandağ’ı sahilinde bir gezintinin güzelliğini, yalınlığını duyumsatan oldu. Sadece bir diziydi Asi; ama tüm bu kavramları sadeliğiyle duyumsatandı da.
Aynı anda sevgisinden, nefretinden, kininden, intikamına kadar pek çok hissin gezindiği dumanlı başların, bir gizli köşedeki ağaç altında, saçları savuran rüzgara karşı oturarak dinlenmesi oldu bazen. Dert ortağı bir küçük oğlanla.
Dumanlı başlar, dumanlı dağlara kafa tuttu efkarda. Duman, iki seven ama sevgilerini kendilerine, birbirlerine, çevrelerine söyleyemeyecek koşullarla kuşatılmış sevdalıların gözlerindeki pus oldu. Bazen aktı o pus göz pınarlarından; bazen ters baktı gizlilerde ağlatmak üzere. .
ASİ, 71. haftasında bizim için bittiğinde yeniden başladı.
Hani Anka kuşu gibi. Külünden doğan efsane kuştur ya Anka; ,Simurg da denir ona. Anka, Kaf Dağı’nın ardından kalktı geldi; yanıbaşımıza konu. Yeni bir ad daha edinmiş olarak. ASİ adıyla.
71.haftasında yandı masal kuşumuz. ASİ adlı anlamız.
Hala onun güzel tüylerini; mısır koçanlarıyla dolu tarlalardan ılık ve sakin rüzgar gibi süzülerek gelen notalarını; uçuşunu; sahile, tarlaya, saklı köşelere konuşunu; yanışını yazıyoruz, yaşıyoruz. Küllerinden mürekkep yaptık. O mürekkeple yazarak her seferinde, her yazıda yeniden yaşatıyoruz.
ASİ Anka oldu, yandı. Biz de bitmelere karşı asi. Küllerinden böyle doğuyor işte yeniden, yeni baştan ASİ.

Acemi Demirci, Sohbet Köşesi, 05.07.2011


FABLE

Aşkın Yolu...

Gözlerim kapalı....
Hatırlamaya çalışıyorum...
Neden bağlandım bu aşka diye...
Ne zormuş hatırlamak...
Çünkü her karesiyle beni bağlamış kendine...
Aşık oldum aşka... Aşık oldum bu aşkı yaşayanlara...
Aşık oldum bu aşkı bizlere de yaşatanlara...
Ben tersine akan bir nehre düşmüşsem... Haberim bile olmadan...
Geriye geriye akıyorum istemeden...
O ilk an... O ilk sahne... Demir ve Asinin ilk buluşmaları...
Hayranlıkla bakan Demir... Öfkeli Asi... Bu bakışların arasından yılan gibi kıvrılan yol...
Bu aşkın yoluymuş meğer...
Anlamamışım...
O anda ben de aşk yoluna düşmüşüm...
Ve hayat boyu bu aşka bağlanmışım...
Anlamamışım...

semurla , Sohbet Köşesi, 5 Temmuz 2011

BUSRA(C)

4 Temmuz 2011 Pazartesi

Kuzuların içinde...

Kuzuların içinde bir ASİ’ye.

Kuzuların içinde bir ASİ’ye.
Kimileyin uyur onların böğründe.
Yastığı koyun postudur, yorganı sap saman.
Elbisesinin nakışı da olur ot çöp, saçının tokası da.
Kaderini daha sabun şenliğinde okudu herkes.
Sabunundan altın çıkınca.
Herkes sevindi o altının ASİ’ye’nin sabundan çıkmasına.
Kendisi de.
Altını atan da.

Kuzu kuzu bir kızdı ASİ’ye.
Babasının sağ kolu kızı; annesinin evine lastik çizmeleriyle dalan kızı; dedesinin erkek evlat yerine koyduğu, işlerini kotaran akıllı kızı.
Ailesinin kuzusuydu.
Kurt, içine düşene kadar.

Kuzuyu kurt kapmadı. Kurt kuzunun içine düştü. Sevda olarak.
Olmaz denilen bir sevdanın, ruhunda oldurduklarıyla olgunlaştı.

O sevginin ilk ışıkları, karanlık bir gecede ASİ’ye çiftlikte tek başınayken ağaca asılan bir fenerden ışıdı. Çocukken korktuğunda ışıyan ışık, yetişkinlikteki korkularından uzaklaştırmak için göz kırptı bu kez. Kuzu ASİ’ye, kurt bildiği Demir’den de ailesinden de, sevmekten de korkuyordu zira. Korkunun ecele faydası olmadığını anladığında fenerin ışığı; ay ışığı, gün ışığı olmuştu bile. Gözleri kamaştı ASİ’ye’nin bu ışıkla.
Sevda törpüsünde yontulan öfkeler, ağaç dallarına asıldı lamba lamba.
Işık olup yalnızlık giderdi gecenin koyusunda.

Duygularına asi bir ASİ’ye oldu önceleri; babasının kuzusu, nasını kınalı kuzusu.
Yasaklı yan çiftliğin oğluna yanarken, asi alevler saldı.
Asi Nehri’nin suyu da söndüremedi yangını.
Aslında o da istemedi sönmeyi ya.
Kuzuydu; bir de pervane oldu demir ışıltısında dönen..

Kimselere söyleyemedi içindekileri.
En başta da kendine.
Zor şeydi sevdası.
Hikayesi ta evvellere dayanıyordu.
Hikayesini anlatacak dayanacağı bir omuz bulamadı o yüzden.
Yan çiftlik, eldi, apayrıydı. Hiç sevilir miydi oralardan birileri.
Sevginin hasını, arısını taşırken sevgiyi unutmuşlara da hatırlattı; sevgiyi de arılığı da. Naif duyguları, tertemiz duyguları görmeyi özlemiş bizlere, Hatay ovalarından gözleriyle, gözyaşlarıyla anlattı ASİ’yece bir sevdayı.
Köprülerin üzerinde durdu, suya düştüğü de oldu. Umutsuzluğa da.
Ağladığında ağlattı, sabrettiğinde sevindirdi.
Sabırların en sabırsızca beklenileniydi onun sabrı bizim tarafımızdan.

Asi’ye, Asi nehri gibi aktı.
Ters aktı; ters ters baktı; ters konuştu; kendine ters düştü; aklıyla kalbi tersti bir kere..

Su yatağını bulur derler.
Su olup akan sevdaları yolunu buldu.

Bir Asi nehri olmadı ASİ.
Nehirler hep akar.
O sadece 71 hafta aktı.
Acemi Demirci,Sohbet Köşesi, 29.06.2011

funda...

Su ve Zaman

Su..
ve
Zaman..

bu iki kavram son günlerde,hiç aklımdan çıkmaz,dilimden düşmez oldu..
bazen, dingin..
çoğunlukla da hızına yetişilmez acelecilikte..
ikisi de kabına sığmaz olur..bilirsiniz..
ikisi de akıp gider..ama iz bırakır..
bizde bıraktığı iz..

Asi..

başka ne olabilir .değil mi..

bu aralar ..
zaman mı hızlı akıp gidiyor?
yoksa..
yaş kemale erme yolunda olduğu için ben mi yetişmekte zorlanıyorum? bilemedim..
bugün işte o,hızla akıp giden zamana biraz dur dedim..
biriken izlerim var.. paylaşmam gerek..

Su ..Asi'ydi..her haliyle..
Zaman..Demir..

bazen, herşeyin sırasını bekleyen dinginlikte,
bazen, bir çift buğulu gözden acele yanıtlar bekleyen sabırsızlıkta..

Kadim zamanların suyu Asi..
ondan söz edenler..o zamandan bu zamana ..tersine akar derler..
bu tersine akma..
Fizik kurallarına aykırı mıdır.
bir göz yanılsaması mıdır..
ya da bir "ol rivayet "mi..
bilmem..
bilemem..

seçimi sizin..
aklınıza,gönlünüze hangisi uyarsa..

bildiğim..
bizim duygu coğrafyamızı sulayan Asi..tersine akmak denilirse..tersine akıyor..
2007'den beri..bizim yüreğimizin akağı..

bazen sıralı,bazen sırasız 70 küsur bölümlük debisiyle çevirip çevirip akıtıyoruz..
bıraktığı izin peşinden gidiyoruz..hala..usanmadan..görünenin ardına saklananları bulup bulup çıkarmaya..
tersine akan Asi'miz, her defasında yenilikler sunmaya devam ediyor..
yanıltmıyor bizi.

ya zaman..
ya Demir..

onun..
"şimdi ve burada.. hiç bir şey olmamış gibi..geçmişin küllerinden uzakta zamanı durdurabilir miyiz Asi"
yakarışına,

Asi'den önce ..

pek çoğumuz "nerdee" diye yanıtlar vermedik mi..

ama..şimdi..acı gerçeği itiraf zamanı..
yanlış yapmışız..hep birlikte..
AsiDemir zamanı duruyormuş..
o da..yaşam bulduğu su gibi..tersine akıtılabiliyormuş meğer..

o tersine akmada..AsiDemir zamanı..sonsuz..ve ölümsüz..
ayraçlarının arasında..aşk var..duygu var..toprağın..doğanın..insanların acı-tatlı öyküsü var..
öykünün geçtiği coğrafyanın katkısı ise bir o kadar değerli..

sahi ne demişti Kerim..
"bu şehrin ,insanı içine çeken kendine has bir büyüsü var"..

galiba doğru bir karışımla hepimiz efsunlandık..
gönüllü olarak..onların peşlerine takılıp tersine akıyoruz..
benim bir şikayetim yok..

esenlikle ve mutlulukla kalın sevgili Asidostlarım..

*naile*, Sohbet Köşesi, 3 Temmuz 2011

Alıntı-