20 Temmuz 2011 Çarşamba

Çok değil... sadece bir kaç yıl...

Uzun zamandır öyle uzun uzun oturmuyorum televizyon karşısında.
Küstüğümden değil.
Bunda arkası bir kampüse bakan yeni evimizin de katkısı var elbet.
Kah arka kah ön balkonda hava almaların, bakınmaların.
Ama yine de yan nedenler de var televizyondan uzak duruşumun.

Hala kaçırmamak için dakikliğimin en görkemli uygulamalarında bulunduğum programlar yok değil.
Hava durumu mesela.
Bir de Güven İslamoğlu’nun tabiatın ta içinde çektiği yapımlar.
Ardıçlı, gökyüzülü, çayırlı çimenli programlar.
Hoş hava durumu kaçmasa da Güven İslamoğlu’nun programlarının kaçtığı oluyor.
Kaçmaması gereken türden olsa bile.
Yeşilli, dağlı, tepeli, orkideli, kuşlu böcekli olsa da.
Başka bir neden yok gibi birkaç yıldır televizyonu aç diye beni yönlendirecek.

Hala televizyonun düğmesine basıyorum her sabah.
Çünkü benim kol saatim hep ileridir.
Servise tam vaktinde yetiştiğim saat; televizyonda sağ altta verilen saate uyduğum saattir.
Her sabah hava durumu ve sağ alt köşedeki saat için açarım ille de televizyonu.

Akşamları, Ankara yazının esintisinde, toygarları, kırlangıçları, hatta zaman zaman keklikleri izleyerek oturup şöyle damla sakızlı bir dondurmayla serinlemek varken televizyon aklıma bile gelmiyor. Gelmesini sağlayan neden birkaç yıl önce bitti zira.
Eğer televizyonun düğmesine basarsam neler göreceğim biliyorum.
Neyi göremeyeceğimi de.

Çok değil sadece birkaç yıl önce iş dönüşü televizyonda olurdu gözüm.
Bir ön tanıtım/fragman beklerdim göz kulak kesilip.
Çınlata çınlata gelen tek tek notaların sonra bir araya gelip topyekün haykırışıyla seslenişini duymak isterdim.
Lastik çizmeli bir kızın yağışı, sulamayı, doğacak kuzuları, tarlaya serpilecek tohumları düşünüp tasalanmasını beklerdim.

Zarif sözcüğünün bir genç kızda nasıl ortaya çıktığını görürdüm defne kırılganlığındaki bakışlarda.
Goncalarda çiğlerin gözyaşı olduğunu görürdüm.
İhsanda bulunmanın güzelliğini seyrederdim.
Cemali kızgın baksa da içi başka olanları gözlerdim.
Demir gibi, su katılmamış çelik gibi, eğilip bükülmez, eskimez, bitmez bir sevgiyi severek , bitmesin isteyerek izlerdim.
Asi bakışlara asi olur, sıcak yüreklere ısınıverirdim.
Bir kaçakçının bir ağaya dönüşme öyküsünü izlerdim.
Bir kinin tohumunun nasıl atıldığını, bu tohumun nasıl da filizlendiğini görüp, yeni tohumlar vermeden kin çiçeğinin devşirilmesini umut ederdim.
Çok eskide kalmış bir aşkın şimdilerde ortaya çıkan sonuçlarının sarsıntısının güzellikle atlatıldığına sevinirdim.
Bu çok eskide kalmış aşkın aslan gibi bir meyvesi olduğunu; aslan yürekli bir gencin o diziye neden dahil edilmiş olabileceğini düşünürken kestirmiştim. Tahminimin doğru çıkıp çıkmayacağını beklerken oyun da oynar gibiydim iki saat boyunca her Cuma.

Yani ben bir dizi izlemiştim.
Bir dizinin beni nasıl da içine çektiğine şaşakaldım önceleri.
Ama sonra tek olmadığım anladım.
İçim rahatladı.

Ben dizi izlerken;
Sabah akşam televizyon açık olurdu.
Çok uzun gelir, gözümde büyürdü ertesi Cuma’ya kadar beklenecek zaman.
En azından Cuma’ya ait birkaç sahne, o bambaşka müzik ile yetinmek için açardım televizyonu.
Sadece bir ön tanıtım için. O tanıtımı tanıtan müzik için.
Bir de o vakitler minik ama sevimli eski evimizdeydik.
Ankara, Bahçelievler’in tıklım tıklım dolu sokaklarından birinde.
Tabiat pencerem televizyondu o zamanlar.
Dağ, tepe, bağ bahçe, toygar, kırlangıç, keklik, yaban hayatı görmek için.

Acemi Demirci,Sohbet Köşesi, 14.07.2011


Çakıl

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder