21 Nisan 2012 Cumartesi

İşte o zaman...


Geçenlerde itiraf ettim kendime...Bir 'yazar' olmak istermişim hep, sevgili Acemi Demirci'nin öykü yazma hayalini okurken kendi hayallerime yüzümü döndüm... Öyle yazmalıyım ki... Bir Zülfü Livaneli misali… içine işletmeli insanı... öyle yazmalıyım ki Orhan Pamuk gibi yaşatmalıyım o anı... Bir okul yolunda, başımı otobüsün penceresine dayayıp düşündüm kendi hayallerimi... Ne yazardım diye bir yazar olsam...

Bütün yollarım Asi ve Demir'e çıktı niyeyse... Kurtuluş Savaşın'ın kanlı, kara günlerinde geçen bir aşk öyküsünü anlatıyım dedim... Tren garında Demir'i savaşa uğurlayan Asi çıktı karşıma... Ağlıyordu Asi, Demir alnından öpüyordu 'son kez' niyetine, tren bağırdı 'hadi' diye, önce birbirlerine bakan yüzleri uzaklaştı, sonra elleri ve parmakları istemeyerek… Asi trenin ardında diz çökmüş ağlıyordu 'gitme' diye… Sonra başka bir şey düşündüm, baktım Asi ve Demir'den yok kurtulacağım... Bu sefer de dedim ki, günümüze geleyim, yalnızlaşan kalabalıkları anlatıyım diye... Bu seferde bir kafede, tek başına kahve için Demir'in sandalyesine çarpan, rüzgarla saçları dalgalanan Asi geldi öyküme... Birbirlerine öfkeyle baktılar nedensiz, sonra Demir ilk kez, ona yabancı bir çift ela göze bakarken içinde yeşerenleri gördü... Sonra başka bir öyküye geçtim... O öykü de başka bir kadın ve başka bir adam daha oldu onların arasına, sonu ayrılıkla biten hazin bir hikayeydi... Yakıştıramadım, başkasına geçtim... Ve sürüp gitti böyle...

En sonunda Anadolu topraklarını anlatmaya kalktım... Daha toprak demeye kalmadan, Asi ve Demir'in toprak üstünde birbirlerine ne çok koştukları geldi aklıma…

Kurtulamadım...

Yazmaktı niyetim belki çok sonra bir şeyleri... Belki Asi ve Demir'i çıkartabildiğimde zihnimden... İşte o zaman…
TUBASİ, Sohbet Köşesi, 17 Nisan 2012


selin_bg  / 17.05.009  


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder