30 Eylül 2012 Pazar

Tuba Büyüküstün Fas'da

Tuba Büyüküsün tanıtımlarını üstlendiği  saç ve bakım ürünleri firmasının Fas'daki etkinliğine katılmış. Alıntıladığım kareler kendisinin Casablanca Kadın Dayanışma Merkezini ziyaretinde çekilmiş. 







28 Eylül 2012 Cuma

Asi sular kenarında


Asi, ılgıt ılgıt akıyordu rüzgar sesi gibi. Üzerindeki eski taş köprünün ardından. Kenarında gelincikler açmıştı. Kimisi iki taş arasında. Yapayalnız. Tek başına.
Koyunlar berideki otlakta yayılıyordu. Melemeleri duyuluyordu papatyalar kadar beyaz kuzuların.. Arı sesi, kuş ötüşü, böcek vızırtısı senfonisi dinleniyordu asırlık çiftliklerin yan yana uzandığı  kentte. 
Asi, koyu renkli sularıyla sakince akarken Reyhanlı’nın girişinde bir toz bulutu yükseldi. Istanbul’dan gelme bir araba tozu dumana katarak girdi çiftlik evlerinin sıralandığı toprak yola. O tozu dumana katarak delicesine girerken Asi’nin rengi biraz çamura dönse de yine de sakindi yatağında.
Otlayan koyunlar ürktü arabadan. Bir kız yola sıçradı kızgınca. Kollarını açtı. Savrulan toza dumana, savrulan saçları karıştı. Öfkesi ne arabaya ne de sürücüsüneydi. Öfkesi, görünürdekini görmeyen demir gibi gözlereydi kızın.
Asi o günden sonra pek sakin akmadı. Bulanık suları yavaş yavaş kıpırdadı. Çalkalandı.
Tozlu yolda kollarını açan kız, İstanbul’dan gelen yabancı arabadaki yabancı delikanlıya kollarını açmasa da onu dinlemeyen kalbi, o yabancıya  kapısını açtı. Ardına kadar. ASİ’ye kızın suyu da çalkalandı, kıpırdadı Asi Nehri suları gibi.
Asi sular, asiydi geçmişin getirdiği küskünlüklere. Asiydi, kalbini dinlemeyen; ama ailelerin kinlerini dinleyen iradelere. Asiydi, geçmişteki hataların yeniden yeniden tekrarlanmasına. Asi sular kızdı, yuttuğu bir öyküyü hatırlayınca. Yutup geri kustuğu iki çocuğun öyküsüyle bulandı durdu. Köpürdü, coştu. Kükremesi bile duyuldu köprüden geçenlerce.
Asi sularla aynı adda ASİ’ye kız , kollarını iki yana salsa da kollarını açmak istedi hep köze dönmüş demirle dağlanmış bir kalbe.. Ama geçmiş.. O acı geçmiş. O acıları geçmeyen geçmiş… 
Asi suların kızgınlığı dinmedi, söylediği sevda türküsünü dinlemeyenlere. Coştu taştı o da. Sel suyu oldu. Kalplere girdi; gönüllere girdi; nerede saklı bir anı varsa o odaya girdi. Öyle gürül gürül girdi ki ne var ne yoksa yıkadı, arındırdı sel sularıyla.
Sıkı sıkı kilitli Demir kapılar bile açıldı Asi sularının karşısında. Demir yürekler, sabundan çıkan altınlar gibi pırıldadı. Pamuk gibi oldu.
ASİ’ye kız, o seli kah gözyaşında gördü, kah kendini dinlemeyen duygularında. Asi sular yatağına çekilirken, selin suladığı çorak topraklarda fidanlar belirdi. Yeşerdi ortalık. Menekşeler, güller açtı. Hanımeli, yasemin, portakal çiçeği koktu her yan. Boz tarlalar yemyeşil güldü. Kurumuş duygular sulandı. Kapalı kalpler açıldı. Ne var ne yoksa o ana dek söylenmemiş, dökülüp saçıldı.
Asi sular yatağında sakince akarken yeniden, Asi kenarında biri Demir’den bir el, biri minik bir el, biri yaba, orak tutmuş avuçlarında yara izi olan ASİ bir el  birbirine sıkı sıkı yapışmış kuzu sesleri arasında gezerken güneş, ASİ’ye kızın boynundaki altında yanıp, göz kırptı gülerek.. 
Acemi Demirci, Sohet Köşesi,  26.09.2012
irinalove

26 Eylül 2012 Çarşamba

Hayat dediğin...


Hayat dediğin öfkeli bir bulutun şarkısıdır ve en zoru da yangınların sardığı bir yürekte yeşermektir. Ne ara olmuştu. Ne ara Asi, yaşamının tek gayesi haline gelmişti Demir'in. İntikam sözleri bir kuru lakırdı oluvermişti dudaktan çıkan ama o gözler nasıl da hızla başkalaşmıştı. Melek demişti 'abi sen değişmişsin… bakışların bile değilmiş' diye, mahçup bir eğişle inkar etmişti de onu görür görmez koccaman olmuştu o kara gözler.
Aslında şu sıralar 10.bölüme geldim. Ama 7.bölümden bir sahneye değinmeye karar verdim burada.
Geçen 7 bölüm içinde Demir'in ve Asi'nin hayatlarının birbirlerine nasıl sıkı sıkaya bağlandığını izlemek, hem de o kısa süre kulağa olağan dışı gelse bile izlerken öyle gerçek gerçek görünüyor ki insan hayretlerin içine gömüyor. Birbirlerini ilk gördükleri zaman, göz göze geldiklerinde, yüzlerine baktıklarında yaşadıkları şey bir bilinmezlik. 'Kimsin' sorusu her bakışlarında çarpıp, un ufak oluyor. Asi, çitlerini toprağa indirdiği gibi Demir'in o kalın duvarlarını da yıkıyor. Demir, Asi'nin o gururlu korunuşunu elinden tutup, savuruyor bir köşeye. Birbirlerine rast gelişleri arttığı sırada, o yabancılaşmanın tanımamazlık olmadığını anlıyor insan. Sadece yıllar sonra karşılaşmış ve evvelsinde çözülmemiş sorunları olan iki aşık oluyorlar. Kavga ederken, hayranlıkla süzüyorlar birbirlerini aynı zamanda. Aralarındaki öfke ateşi harlandıkça tutku güçleniyor. Bir kavga anının doruklarını yaşıyor, hem de ta en başında.
Asi, Demir eniştesi Mahmut'un öldüğünü öğrendiği andaki çöküşünü, yüzündeki acıyı görmüş orada onu yalnız bırakıp çekip gitmemişti. Önce Demir Bey diye seslenmiş, sonra Demir demişti ona. Ailesini küçültmek için çiftliğinde çalışmaya zorlayan bir adamdı Demir, başta böyle sinsi bir plan kurmuştu, anlamıştı Asi. Aynı adamın bu fikirleri olduğunu unutup, onlarla beraber o cenazeye gidiyor işte… Sahipleniş oluyor bunun adı.
An geliyor… Demir'in o başı dik duruşu, o güçlü gözleri… Asi'nin adım atmaz kararlılığı, boyun eğmez isyankarlığı... bir cenaze evinin bahçesinde garip bir yumuşamaya sokuluyor. Aralarındaki anlaşmazlık nasıl ve ne ara oldu sorusunun cevabı çıkmadan ortaya, aralarındaki o naif duygu nasıl ve ne ara çıkıverdi soruları türüyor. Ve yabancılamıyor insan, garipsemiyor, bu soruların içine girmiyor, mantıksız da bulmayıveriyor. Demir 'Sadece burada ve şu anda, geçmişin sönmemiş küllerinden uzakta yüreklerimiz iyice ufalanıp dökülmeden kalabilsek. Zamanı burada ve şimdi durdurabilir miyiz?' diyor, ne sevdalı ne özlemle bakıyor ona. Asi bakışları o sırada… Ona tokat atmış, kolundan tutup sürüklemiş, senetler karşılığında çiftliğinde çalıştırmış adama değil… yüzünü ezberine almaya çalıştığı, hayranı olduğu bir adama karşı… İmkansız dilleniyor o sırada Demir'den… Asi bir kelimenin iç çekişiyle indiriyor omuzlarını…
İki yabancının birbirine olan nefreti, birbirini anlamamak için o direnişleri… önyargılarından sonra… gene o iki yabancı… üstü örtülü kelimeleri, bir süzülen bakışın ne anlama geldiğini anlayacak kadar tanıdık oluyor.
Demir ve Asi, birbirlerinin çevrelerine bir sınır çekiyorlar ama bu kalın duvarlar, dikenli teller değil. Toprak nasıl rengiyle ayrılırsa onlar da birbirlerine baktıklarında etrafa bunu yayıyorlar… Kimse o sınırı aşamıyor… Onlar birbirlerinin dillerinden anlıyorlar. Sanki daha öncesi yokmuş gibi, öbür türlüsünde eksik oluyorlar… Ve bir bakışın adı 'o benim ' oluyor mesela. Demir, Asi çiftliğe geç geldiğinde telaşa kapılıyor… öfkeleniyor… Çünkü, bir sabah da olsa onun salına salına gelişi görecek… onu etrafta dolaşırken, başka insanlarla konuşurken, gülerken izleyecek. Yeri gelecek sinirlendirecek onu, o ateş dolu gözlerinde kavrulacak keyifle… İntikam diye başlayan bir mesele, Asi'yi o çiftlikte zapt etme sebebi oluyor. Ah Asi'nin o gelişi yok mu… Toprak ezildikçe sertleşirdi ya, o da ezilmeye çalışıldıkça güçleniyordu. Bastığı yere, kaybolmayacak bir iz bırakıyordu… rüzgar üstünden geçip fırtına oluyordu. Her adımı savaşa giden bir isyankara ait gibiydi, gözleri de en büyük siperi.
Asi geç kalınca, onu çok beklediği için huysuzlanan Demir… fazla öfkelenmesin diye de hafif bir alttan almayla söylenmişti hani 'Böyle çalışmak nerde görülmüş. Naptığın belli değil, bir gün varsın bir gün yoksun. Kafana esince bırakıp gidiyorsun'  Asi'nin 'mecbur olmasam burada bir dakika durmam' deyişinde, Demir'in gözleri keyifle izler onu.
Ya da Asi, Mahmut'un cenazesinde… Leyla ve Demir sarıldıklarında nasıl da bakmıştı öyle, Leyla'yı süzmüştü de gözleriyle ikaz etmişti aslında onu. Sonra Defne'ye sormuştu Leyla'yı, memnuniyetsizce yüzü asılmıştı.
'Görünenin ardına bakmak'tan bahsetmişti Demir. Asi'nin eline, bir saç bağını bahane ederek dokunmuştu. Demir, onun yeşil denizine demir atmıştı. Ama sanki gidemeyen Asi olmuştu orada. Kısacık bir anın ortasını bölmüştü geçmişin acısına bürünmüş bir ses. Süheyla, yeni öğrendiği gerçeklerle daha da büyütmüştü kinini.
Asi sorular sormuştu. Demir, suskunlar koymuştu. Ve sonra Demir Köprü' de Asi'nin tersine akan yüzüne bakmışlardı. Demir tam orada durdurmuştu Asi'yi. Geçmişten bahsetmişti ona. Asi, ürperen gözleriyle dinlemişti onu. Ama asıl kısım İhsan'a bırakılmıştı.
Asi, babasının günahını sırtlayan bir evladın, çökmüş omuzlarına, buğulanan sesiyle Demir'in hikayesine kulak vermişti. O günah şimdide Asi'nin omuzlarına binmişti sanki. Güçlü bir yüreği olsa da Asi, günahların içinde büyümemişti, kaldıramadı.
Gök gürledi, adımları sağanak gibi düştü toprağa. Koştu Asi… o çiftlikten kaçmak istedi.
Demir, teyzesinden öğrendiği o yeni gerçekle, acıların ortasına gömüldü. Gururuna yediremedikleri çoğalıp birikiyordu.
Yağmurlar yağıyordu…
Sonra onu gördü… Asi, büyülü bir asillikle salınıp gidiyordu toprağın üstünde, yağmur sanki onun bir parçası gibi üstünden düşüp gidiyordu.
Peşine düştü telaşlı adımlarla…
Hikayelerinin sembolize ediyordu… Demir Köprü ve Asi Nehri. Hiç kavuşamaz gibi görünen bu iki olgu… sağanak bastırıp Asi nehri her taştığında birbirlerini bulurlardı aslında. Ama nehir, kendini durduramaz öyle bir taşardı ki o kavuşmayı herkes bilir olurdu mutlaka. Ama kavuşmanın adı, düşen yağmurlar olurdu.
'Babamla konuştum… Babam sonucun böyle olduğunu bilseydi eğer...'
Demir, Asi'nin babasını savunabiliyor olmasına öfkelenmişti o an. Onun düşündüğü, Asi'nin İhsan konusunda bir hayal kırıklığı uğraması ve belki de o çok övündüğü babasına kızması, ondan bir an olsun kötü bahsedebilmesiydi. İhsan'ın geçmişin sebebi olarak görüşünün yanında, belki de Asi'nin onu öyle sevmesini kıskanıyordu.
' ...Geçmişi unutman lazım, anladın mı... Seni anlamam yetmez. Bunun da farkındayım.'
Hayretle büyüyordu gözleri, Asi'nin sözlerini 'hakkı yok' gibi görüyordu belki de. Yaşadıklarını anlamaktan söz eden birine tahammül edemiyordu o noktada, anlayamazdı kimse… Dahası Asi'nin verdiği tepki, Demir için yeterli değildi.
'Neyi anlıyorsun? Çok sevdiğin birini kaybetmek, bunu anlıyo musun? Hiç başına geldi mi? Ailenin bize yaptıklarını asla affetmeyeceğim Asi. Bunun adı geçmişte yaşamaksa geçmişte yaşayacağım.'
'Demir, yapma. Ben babamla konuştum. Dedemin emrine uymuş. Babam, mecbur kalmasa bunu yapmazdı.'
Asi 'nin her 'babam' deyişinden sonra, ona gıpta eden cümlelerini işitecek gibi geliyor insan. Her 'babam' deyişinde, o kelime büyüyor ağzının içinde.
'Mecbur kalmasa? Babanın yaptıklarını anlıyorsun değil mi? Hiç şaşırmadım, çünkü sen onun kızısın!'
' O sandığın biri gibi değil. ...'
' Sen var gücünle babana inanmaya devam et. Ona hayranlığın gözlerini öyle bir karartmış ki olan bitenin farkında değilsin.'
Bu çaba niye? Demir neden babasının yaptığı kötülüğü Asi'ye ispatlamaya çalışıyor, anlamadı diye kızıyor ona. Niye ,Asi 'nin babasına hayranlığına kızıyor oracıkta, suçlar gibi hem de Asi'yi. Düşmanın kızı işte deyip çekip gitmiyor. Ya da Asi... Babasının suçsuzluğunu, en değer verdiği adamı Demir'e anlatmanın zorluğuna takılmıyor da… babasına bir şans vermesi için yalvarıyor gözleri. Kimse kendine yoluna gitmiyor… Demir, Asi'yi kendi tarafına… Asi, Demir'i kendi tarafına çekmeye çalışıyor.
'Ama sen farkındasın değil mi? Senin de öfken gözünü karartmış olmasın. Öfkeni ne yatıştırır Demir? Kozcuoğullarından birinin Asi'ye atlaması mı? O zaman ödeşir miyiz? Tamam, ödeşelim bakalım.'
Asi, çare yada çaresizlik gibi iki kavramın arasında değil o noktada. Demir'e yüzünü yaklaştırıp en büyük restini çekiyor hayata karşı, sonunda ölümün sahiciliği olsa bile cesareti uğruna kendini kurban etmeye hazır olacak kadar da güçlü. Oraya çıkıp nehre baktığında… belki korkuyor birazcık ama inadına da bir asilik var üstünde.
Demir, gözleri derin bir korkunun içinde şimdi. Asi o noktada gördüğüne inanamıyor öncesinde, sonra bedeni silkeleniyor da geçmişte yaşamaya hazır sözcükleri yere düşüyor.
'Asi napıyorsun… Ne yapmaya çalışıyorsun… Asi, dur! Asi, dur dedim… Asi!'
Asi kayıp gitmeye hazırdı oysa, o çamur deryasına dönmüş Asi'nin karanlık sularına. Demir, atılıp çekti onu kendine, sonra sarıldı sımsıkı… İlk kez orada kokladı saçlarını, o kokuya iyice yanaştırdı burunu, yüzünü oracığa gömecekti az daha. Asi, ona sarılmaya hazır değildi ama Demir bırakmamaya yeminli sarmalamıştı onu.
'Ne istiyorsun peki? Ne yapmamı istiyorsun' yılgındı sesi uzun zaman sonra. Birbirlerinin yüzlerine baktılar… Gözlerine… Dudaklarına…
Kendiyle yüzleşmiş bir Demir vardı orada.
'Seni kaybetmek istemiyorum… Ölmeni istemiyorum' diye sayıklayan Demir, kendi gerçeğini bulmuştu. Mutluluk ve yaşam kendi yoluna giden iki sevgili gibiydi… aşk ve gurur ise kavuşamayan iki sevdalı… Demir, gururuna kulak vermemişte 'seni kaybetmek istemiyorum' demişti. Asi ,bu sözün çıktığı dudaklarına bakmıştı… kapılacak olmuştu...' O zaman bizi rahat bırak' diye çınlatmıştı sesini, kaçmıştı.
Yüreğinin kasırga mevsimlerinden gelip geçen bir Asi ışığı olmuştu, o telaşlı sarılışın ardına burnuna yağmur dolu bir toprak kokusu bıraktı.
O anın hikayesi… bir masal bakışın sancısına tutunan, sonra da öfke bulutunu unutan bir yaşam sağanağıydı...
TUBASİ, dizifilm, Asi forum, 24 Eylül 2012

Avatarlar ve imza TUGCEKR'den alıntıdır

24 Eylül 2012 Pazartesi

Kalın duvarlar


Rutine bağlamış bir ses artık, suyun sesi. Ama o ses, kıyısına dokunurken çıkardığı sesten değil, onu içine almışken duyduğu ses. Huzurlu değil, kıskacına almışlığının sesi. Demir, anlaşılması güç kargaşalardan oluşmuş bir mengenede. Her yanda baskı varken patlak verecek tek bir nokta yok, ufalıp sızamıyor bir türlü. Oysa her yanı delik deşik ruhunun. Ama Kerim'in bahsettiği 'kalın duvarları' var onun, görmüyor kimse, ne gözlerinden ne de yüzünden açık vermiyor. 'Benim bir yanım yaralı' demiyor hiç bedeni ama sonra o köprüye gelince anılar açığa çıkıyor. Gözleri… En çok gözleri anlatıyor acısını.

Hani bulmuştu evini, Arif açmıştı. Demir 'ben bu evde doğdum, altı yaşına kadar burada yaşadım' demişti. Halden anlamıştı Arif, buyur etmişti evine, bir de sıcak çay vermişti. Yoksulluk sinmişti evin her tarafına, Arif'in yüzündeki sıcaklık, sanki daha önceden tanıdığı bir adamın evine konuk olmuş hissi vermişti, 'mercimek aşı' yapılmıştı evde, ikram edilmek istenmişti. Yani ne varsa evin ocağında koyulacaktı misafirin önüne ama en büyük zenginlik, o misafiri ağırlama, ona gerçekten o evin bir parçası olduğunu hissettirmeydi.

Ne demişti Arif orada… 'Geçmiş zaman. Kara toprağa sual olmaz'

Ama Demir, bir sualin ötesine gitmeye o kadar yeminliydi ki. Sanki zamanın ilerlediğini, hayatın gittiğini bilmiyordu. Ona kimse hayatın bir nefes alımlık zaman olduğunu söylememişti, söylese biri de ölümü yakından görmüş gözleri 'sen nerden bileceksin ki' diye bakardı küstahça.

Ölüm…

Emine'nin ölümü… İhsan 'dili olsa da konuşsa' demişti köprünün… Konuşabilseydi, anlatabilir miydi köprü? Anlatırım sanırken bir annenin yavrularından kopuşunun öyküsünü yıkılmaz mıydı?

Emine kimsesizdi… yoksuldu… ve yalnızdı. Gidecek bir yer de yoktu, ona açılacak bir sofrada. Onları geriye en iyi giysileriyle bırakacaktı, bir merasime hazırladı çocuklarını. Belki en son, onları öyle görüp, ölüme giderken öyle hatırlamaktı niyeti. Ve o eski tas da acıttı benim canımı, birazcık aş vardı içinde, ne annece bir hareketti o… Oysa bir geceye yetmezdi o yemek iki çocuğa. Bir oyundan bahsetmişti onlara, sıkıca bağladı ağaca, yalpalayarak yürüdü köprüye, dikildi. Boyun eğmiş, diz çökmüştü ağaya… 'Ağam ' demişti, 'yapma' demişti. Ama yetmemişti. Ve geldiği noktada… tersine akan bir nehir, körleşen talihini ve hep tersine akan tarihini anlatıyordu ona. Oğlu diyordu… 'lütfen gitme anne… ne olur' diyordu, kızı ağlıyordu. Bir çare yoktu… çaresizlik vardı… Sonra bir güç geldi bedenine, vazgeçti gibi göründü… oysa o en büyük kararını almıştı bile… Onları geride bırakmak istemedi yüreği… kucakladı çocuklarını… sımsıkı tuttu Demir'in elini.

Nazım'ın dizilerinde vardır ; ' Ölüm adildir diyor… Bir Acem Şairi… Aynı haşmetle vurur, şahı, fakiri.' Tabi Emine, yaşamdan da bu adaleti istemişti… ya da insanlardan…

Madam ve Cemal Ağa avluda konuşurlar… Cemal Ağa, dert yanar damadından… Gelip ayaklarına, medet demedi ya, ona üstünlük taslayamadı ya biraz kızmıştır ona. Madam der ki; 'ben anlamam sizin işlerden, kefenin cebi yoktur ben onu bilirim Cemal Ağa’cım’. Cemal Ağa, eliyle bastonuna biraz daha bastırır oturduğu yerden, hafif sallar başını, diker gözlerini Madam'a. 'Kefende cep olsa bile,o cebe girecek elde can yoktur' der.

Belki de bir yoksul ve bir zenginin… bir şahla bir düşmüşün… en büyük kesişimiydi ölüm. Değişen hayatlar… el değiştiren para da… o düzen de… tersine akan nehir gibiydi işte.

Cemal Ağa ve İhsan'ın bu konuşmaları da, aslında ne iyi özetliyordu bunu.

İhsan: Devir parayla satın alınan şeylerden gurur duyanların oldu.
Cemal: Gurur duyarım tabi. Atadan, deden kalma değil bunlar bana.
İhsan: Doğru sen on yıl kuytudan giderek aldın bunları.
Cemal: Devir değişiyor İhsan… Devir toprağın değil paranın devri… İnsanlar paranın geldiği yere bakmıyorlar. Paranın kimde olduğuna bakıyorlar. Para toprağı da ,insanı da satın alıyor. Kör müsün sen?

İhsan susmuştu sonra… Aynı soruyu kendine sormuştu, 'kör müyüm?'

İnanıyordu toprağa, içinde kimsenin öğretmediği kendisinden var olan o sağlam değerler, sadece kendi nefesiyle can bulmaya kararlıydı. İhsan bütün dünya bozulsun, ben bildiğimi yaparım diyecek bir adamdı.

İçinde bulunduğumuz dünyanın bizimle tek derdi; pozisyon zenginliği… İhsan, onurunu üstüne giyip oturmuşken o masaya, masanın başköşesindeki Cemal Ağa öyle bir yukardan bakıyor ki, İhsan ne kadar dik durursa dursun, ne kadar aşağılarda olmasın gene de o bakış Cemal Ağa'nın yetiyor onu küçültmeye. Oysa İhsan, kendinden gene de emin. Sadece Cemal Ağa, pozisyonun tadını sonuna kadar kullanıyor. Küçülen İhsan değil, daha fazla yükselen Cemal Ağa oluyor… Onun zaafı, sıkıntısı hoşuna gidiyor. Biri bana 'bu düzenin rüzgarını kabulleneceksin' demişti, kabullenmesen bile baksana esip geçiyor İhsan'ın etrafından… ona seçme fırsatı bırakılmıyor.

Emine'nin yaşamını bitirme kararının aslında bir seçim değil,seçimsizlik oluşu gibi.

Fatma, 'Tekin değildir Asi'nin suyu' demişti. Oysa o dibinde görünmeyen bataklığından, ayaklara dolanıveren yosunlarından, tersine akıp alıp götürüşünden, aniden derinleşmesinden bahsetmişti. Ama huyu gibi insanların hayatlarına verdiği yönler de tekin değildi. Nehir büyük oynuyordu. Demir'in miladı oluyordu. Öyle bir şey yapıyordu ki ,Demir'e hem en büyük şans hem de büyük bir bela olmuştu.

Süheyla: Kurusun isterdim şu Asi’nin suyu. Ama ne o nehir ters akmaktan vazgeçer, ne de bizim geçmişte yaşadıklarımız değişir. Bu çocuğa bunu nasıl anlatacağım?

Demir, anlamazdı… Demir güçlüydü, hesap soracak fırsatı da kuvveti de vardı. Para ona geçmişti, para satın alacaktı geçmişini. Rüzgar demiştim, düzenin rüzgarı… Demir, savruluyordu ama savruldukça daha çok giriyordu o çekim alanına.

Sevmek ve sevilmek istemiyor… Aşkı, bir insanın kafasında yarattığı bir şey gibi görüyor… Kolayına kaçmak bu… Sevmek, bir yerde tedaviyi reddetmekti.

Zaten Demir gene de istemiyordu. Ama aşık olmayı seçemezdi insan… bu da bir seçimsizlikti… hele ki… kime aşık olacağını, hiç seçemiyordu insan.
TUBASİ, Sohbet Köşesi, 19.09.12

snm


21 Eylül 2012 Cuma

Asi'yi Tuba'dan başka kimse oynayamazdı


Asi'yi Tuba'dan başka kimse oynayamazdı, cümlenin sonuna bir galiba bile koymuyorum, bundan o kadar eminim ki… Asi diye bir karakter Tuba için yazılmış ya da Tuba oyunculuk hayatının bir noktasında Asi'yi oynamak için bu mesleğe karar vermiş gibi. Bizim izlediğimiz şeyin salt Asi olmadığına o kadar emindim ki, karışmışlardı Tuba ve Asi birbirine, sonunda ortaya çıkan hayal ve gerçek arasında bir görüntüydü. Demir ona aşık olurken, kadını erkeği de Asi 'ye ya da ortaya çıkan o karışıma gittikçe kapılıyordu.

Çizmeleri, uzun eteği, arada bir ters düz ederek giydiği gömlekleri, başına bağladığı yazması, uzun bukleli saçları bütün bunların birleşimini düşündüğünde ortaya tuhaf bir görüntü çıkacağını düşünürdü insan, oysa o kadar kusursuz bir birleşim oluyordu ki yalnızca 'güzel' demek bile yetersiz kalıyordu, büyüleyici belki de doğru bir kelimeydi… ve koccaman Antakya o gözlere sığıvermişti nasıl olduysa…

Yeşil, sarı, kahve toprakları vardı gözlerinde… ya da tersine akan Asi nehri duruyordu arada, her inatlaştığında… Bir hüzün girse yüreğine, gözleri dolunca gökyüzüne yakın bir renk doğuyordu sanki… Asi'nin gözleri… dar sokaklardı mesela. Bir kere girdi mi içine insan, kaybolup duruyordu ama öyle bir büyüleniyordu ki kaybolduğunu dahi anlamıyordu. Demir de tam bunları gördü. Demir, Asi 'yi ilk gördüğü zamanlarda… onu gördüğü tüm ilk anlarda, sanki içinden sorgulayıp duruyordu gördüğünün ne olduğunu… kayboluyordu sonra. O kayboluş sırasında tuhaf olan, kendini buluşu olacaktı..

Çiftlik önündeki o salıncak… Asi arkasına yaslanır da, güneşe verir kavrulmuş yüzünü… gözlerini kapatır… Yüzü huzurla parlar… Gölgesi düşer toprağa… Gölgesi bile yeter aslında onu anlatmaya.

Defne gelir… Defne, yüzü, gözleri, saçları masumiyetin bütün ayrıntıları taşır. Sanki o doğmadan evvelsi, biri kalbini kırmıştır. Gözlerinde hep büyümeye hazır bir hüzün deryası vardır ama o da hüznünden alır gücünü, kuvvetini.

Rezene topladığını sanmış, Asi gülümsüyor, 'rezene değil bunlar yenmez, sana bir gün otları tanıtıyım' diyor. Kabul ediyor Defne, aslında ona göre değil bu otları öğrenme fikri, ona yakışan bir mahcubiyetle gülümsüyor oracıkta.

Defne ve Asi… Çok iyi iki kardeşti. Gerçekten kardeşlerdi. Birbirlerinin arkasından iş çevirmemişlerdi hiç, bizim bildiğimiz, öğrendiğimiz ve yaşadığımız türden kardeşlerdi.

Sarı Kız'ın doğum vakti geliyor… Garip bir heyecan, mutluluk, bu küçücük olaydan büyük bir sevinç çıkarılıyor. İhsan, Ökkeş, Asi, Defne… Hayatın küçük bir ayrıntısından, nasıl bu kadar mutlu olabiliyorlardı ki. Mesela İhsan'ın merhametli bakışları vardır o hayvana, ‘dayan’ falan der hatta, ilk izlediğimde en azından bir inek için bu kadar endişelenen bu insanları izlediğimde garipsemiştim, onlara uzaylı muamelesi yapmıştım, neyse ki sonra alıştık bizlerde.

Asi      : Dayan kızım, hadi başlıyoruz…
Defne : Anlıyor mu dediklerini…
İhsan  : Hıhı…
Defne : Ah canım.

Defne'ye gülüvermiştim orada, gerçekten inanmıştı denilenleri anladığını… ya da belki gerçekten anlıyordu hayvancık.

TUBASİ, Sohbet Köşesi, 17 Eylül 2012

Avatarlar ve İmza YASECEY 'den alıntıdır

20 Eylül 2012 Perşembe

Asi'nin Yunanistan'daki popülaritesi...

Asi Dizisinin, Yunanistan magazin basınındaki popülaritesi aynı hızla devam ediyor. Asi görselleri Eylül sayısında da tv dergilerinin kapaklarını süslemeye devam ediyor. 


19 Eylül 2012 Çarşamba

Bu kızı tanıyorum!


Karanlık ve gürültüyle çağlayan bir suydu düşlerinde gördüğü. Ceplerinde bir yangından arta kalmış küller vardı, elini cebine sokup durması bundandı. Yalnız onun gördüğü külün izleri parmaklarına bulaşır ve geçmiş kulağına doğru bir kini fısıldar dururdu. Ansızın gidecek ve saçacaktı külleri ateşten topraklara. Tek derdi buydu.

Asi, köklerini toprağa salmıştı. Yağmur yağar Asi'nin saçları filizlenirdi, omuzlarına düşerdi yıldızlar gibi bukleleri. Yağmurun kokusundan tanırlardı onu. Asi ışıldardı. Gözünü kamaştırırdı insanın. Ve o topraklara öylesine bağlıydı ki kökleri gidemedi, ayrılamadı oradan. Ama kim bilirdi ki, onun ansızın gelecek bir adam için beklediğini. Asi de bilmiyordu ki.

Arabanın rüzgarıyla savrulan saçlarının arasından gelip geçen rüzgar, Demir'in yüzünü buladı o sırada. Gözleri, eski bir tanıdığa bakar gibiydi. Yüreğinden bir ses 'bu kızı tanıyorum' diyordu. Ama kim olduğunu bilmiyordu. Demir, kim olduğunu bilmediği bu kıza, görmeden, işitmeden sevdalanmıştı.

O köprünün üstünde geçmişin hesabını sorarken nehre, bir kızın küçük bir çocuğu kurtarışını izledi durduğu yerden. Sonra tersine akan nehir, hesap sormanın bedelini ödetecekti Demir'e. Adaşı yanına almak, onu kendine katmak istedi Asi'yi. Sularını kattı boğazına, yosunlarını dolandırdı ayaklarına. Oysa hep yaptığı gibi kaderi tersine akıtmaktı niyeti.

Ve kulaklarıma çarptı Asi'nin müziği… davul vurdukça yüreğime geldi gümbürtüsü. Akıttı beni onlara, hem de sormadan bile bana.

Demir, tekerrür eden tarihe doğru atladı düşünmeden.

Nehir, onun duymadığı bir fısıltıyla konuştu. 'Anneni aldım senden.,. Ama bak adaşımı verdim, onu tut ve hiç bırakma' dedi.

Cebindeki küller suya karıştı, kayboldu. Sonra yakaladı, tuttu Demir sımsıkı, korktu gider diye suya, karışır diye toprağa. Aldı onu çıkardı, alkışlar etti ahali.

Nefesini verdi nefesine… ilk, soludukları karıştı birbirine. Asi açtı gözlerini. Demir onu koynundan aldığı nehri gördü gözlerinde. Asi akıttı bakışlarını ona, Demir savruldu oracıkta. Öle öle bir yaşamaktı hayat, Demir bir nefesle buldu aşkı orada.

Giderim sandı… Giden adımlarıydı…

Ve sonra… Çuval dolu bir kamyonetin üstünde gördü onu. Islak değildi bu kez ve bir rüzgar da savurmuyordu saçlarını. Baktı Demir'e… Utangaç ve biraz da mahçuptu ona. 'Teşekkür ederim' diyecekti, diyemedi Asi. Ama duydu ismini. 'Asi' demişlerdi ona.

Arkasından baktı… 'Adı Asi'ymiş' dedi dudağına bulaşan bir tebessümle.

Asi, ondan aldığı nefesin yerine bir şey koymuştu. Işığını… Demir parlıyordu… Meğer Demir, kocaman bir Asisizlikti. Onu Demir yapan şey, yıllardır korkulu düşlerine giren bir nehrin ismini almış kıza vurulmak olacaktı. Ve gözlerinde gördüğü. Tersine akan bir nehir… uçsuz bucaksız uzanan başak tarları… sonsuzluk gibi parlayan gök kubbe. Demir, dünyasını kurmaya başlamıştı gözlerinde.
TUBASİ, Sohbet Köşesi, 15 Eylül 2012

İleti'de kullanılan gifler alıntıdır.Görsellerin üzerinde Egla3Tv yazısı görünüyor ama bunun yapan kişinin imzası olup olmadığını anlaşılmıyor.

18 Eylül 2012 Salı

Murat Yıldırım Asi için Yunanistan'a gidiyor

Murat Yıldırım, Asi Dizisi için Yunanistan'a gidiyor...

...Murat Yıldırım’ın Ekim ayı sonunda Atina’ya gideceğini öğrendik. Halen gösterilmekte olan Tuba Büyüküstün ile başrolleri paylaştığı Asi dizisi için davet edilen başarılı oyuncu yoğun temposuna rağmen Atina’ya gitmekten büyük memnunluk duyacağını belirtti.
Yurtdışındaki takipçileri tarafından gönderilen hediyeleri vermek üzere sette kendisini  ziyaret eden  dostlarımız tarafından bizzat kendisinden öğrenilmiş bu haberin detaylarına sevgili GÖNÜLCE'nin yazısından ulaşabilirsiniz.

http://sinematelevizyonlifestyle.com/2012/09/yunanistandaki-dizisever-dostlarimizi-heyecanlandiran-habergood-news-for-turkish-serial-lovers-in-greece/


17 Eylül 2012 Pazartesi

Murat Yıldırım, Giuseppe Sciacca adayı...

Sevgili Murat Yıldırım Asi Dizisi'nde canlandırdığı 'Demir' karakteriyle 
bir kez daha evrensel bir platformda yer alıyor. 


Uluslararası Guiseppe Sciacca  ödüllerinde aday gösterilen oyuncumuz, kendisini ziyaret eden yetkililer tarafından bilgilendirilmiş ve 10 Kasm 2012'de Vatikan'da gerçekleşecek olan törene davet edilmiş.

Konuyla ilgili sosyal medyaya yansıyan yabancı kaynaklı haberlerde, adaylığın ödüle dönüştüğü yönünde yazılara rastlıyoruz. Murat Bey'i ziyarete gelen heyetin, ödüle layık görüldüğü yönünde resmi açıklama yaptığı bilgisine yer veriliyor.

Giuseppe Sciacca Ödülleri, spordan sanata, gönüllü aktivitelerden ekonomiye kadar geniş bir yelpazede 11 dalda ödül veriyor. Murat Yıldırım Sinema & Tiyatro dalında verilecek olan ödüle aday.








eyla mleameyi
eylaemay eilam

12 Eylül 2012 Çarşamba

"Neleri kaçırdın!" geri dönüşü...


Sığındım bu aralar o güzel limana. Ben de sanki o ailenin bir parçasıyım sofralarda oturup manzaralı yerlerde AsiDemirleyim. Onlarla birlikte kah birinin kah ötekinin yanındayım. Bazen Cemal Ağa’nın hinliklerine kızarken Aslan’ın esprileri ile kahkahalar atıyorum. Geçmişe bakıp sizleri sevgiyle anıyorum. Bu kadro bir gün yine oralarda buluşur mu acaba mesela bir film de Asi-Yıllar Sonra....

İçine gömüldüm yeniden. Not almalıyım sizlerle paylaşmak için o ufak detayları  sonra unutuyorum zira. Ama dün akşam Asi’nin organik tarım ile ilgili Demirle birlikte gittiği Vakıflı ziyaretinde söylenen birkaç cümle dikkatimi çekti. Hemen paylaşmak istedim. Asi’nin en sevdiği şeyin "Toprak" olduğu Demir’in ise ikinci sırada geldiğine ilişkin ifadeler çok hoşuma gitti. Tabi Demir’in ikinci sıraya düşmesi değil ama Asi’nin Toprağı bu kadar sevmesi. Tuba Büyüküstün bir keresinde Asi’yi karakter olarak kendisine çok benzettiğini söylemişti. Ya da ben bir yerlerde okumuştum benzeri bir ifadeyi. Demek ki kızına isim koyacak kadar sevmiş Toprağı o da. Zaten dizide sürekli toprak sevgisi vurgulanıyormuş. Aslında toprağın üreticinin sorunları kısa kısa da olsa bir hayli vurgulanmış. Şimdi daha iyi anlıyorum. Ne hoş. O zamanlar malum aşk sarhoşuyduk hepimiz o nedenle bazı espriler detaylar sonra daha hoş geliyor.
Fırsatınız olursa yeniden izleyin dostlarım Asi'lerimizi. Tahammül etmekte zorlandığım 49-56 yı ise atlamayı düşünüyorum

Yine eski günlerdeyim kulaklarımda bu platformda olan ve olmayan bütün Asi dostlarımın sesi... Balık hafızama rağmen kimi mesaj ve yorumlar sanırım çok iyi kazınmış hafızamda bir yerlere, unutamıyorum. 64'ü seyrederken sevgili Özgünün Mersinden bize yazdıklarını, onlarla birlikte geçen zamanlarını hatırladım. Bazı cümleleri uçuştu zihnimde... Sevgiyle andım, hatta mesaj gönderdim ona.

Neriman hanim ve Fatma muhabbetleri. Aslanın gözlemleri, yorumları, ani çıkışları ve ustalıklı esprileri... Unutulacak gibi değilmiş. Ben aslında çitlenen çekirdekleri, uruk yoğurmaları, hamur açmaları, tuzlu poğaçaları o kadar çok şeyi sevgiyle hatırlıyorum ki. Şimdiki dizilerde çok yavanlık hakim. Dizinin ana konusu dışında neredeyse başka bir an yaşanmıyor.
Asi'nin kurgusundaki bu zenginlikler, senaryodaki ince espriler, usta tiyatrocularımızın başarılı performansları (Cemal Ağa’nın mırıl mırıl hırıl hırıl) kendi kendine konuşmaları. Neriman Hanım’ın sağa sola aşağı yukarı anlamlı esprili coşkulu bakışları, İhsan Bey’in bırakın Süheyla Hanım’ı beni bile etkileyen cümleleri, Fatma Hanım’ın bugün bile Kozcuoğlu çiftliğine gitsem merdivenin hemen altındaki mutfağında lor peyniri yaparken bulacakmışım hissi veren oyunculuğu unutulacak gibi değilmiş.

“Neleri kaçırdın” geri dönüşüydü Asi’ye benimki bu kez. Her  seferinde kendime yeni bir bahane bulacağımdan hiç kuşkum yok ama Kozcuoğlu Çiftliği’nin girmediğim odası eğilerek bakmadığım bir kapı arkası ya da yatak altı kalmadı yine. Asi ve Defne’nin odasından ilk kapıdan çıktıktan sonra solda bir lavabo var galiba). Çiftliğin her bir terasından balkonundan ve ya da pencerelerinden sarkan biri görürseniz o benim. Bilmek istiyorum Asi’nin gizli yeri nereye tekabül ediyor, güney mi kuzey mi? Hacının ceviz ağaçları nerede?  Hani sağda 3-4 ağaçlı o tarlaların arasındaki buluşma patikası vardı ya o galiba çiftliğin tam kuzey doğusunda oluyor?  Binlerce soru ileriki seyirlerde çözümlenmeyi bekleyen.
2009 sonunda Hatay ziyaretimde daha çok yer keşfetmeliymişim diye hayıflandım.

Detayların birçoğunun Asiforumdaki dikkatli arkadaşlarım sayesinde farkındaydım. AsiDemir birlikteliğinin muhteşemliği üzerine destanlar yazıldı birbirlerinin gözlerinde geçirdikleri zamanlardan ellerin yüzlerdeki dansına kadar. Bu kez kendi kendime konuşurken, birlikte onların profillerinin arka planda deniz ve  güneş varken de muhteşem olduğunun hakkını verdim.  Aşk romanlarında “aşkın resmi “ olarak kullanılmasını şiddetle öneririm yeni yazarlara...
İşte öyle dostlarım her şeyin geçicileştiği kalıcı şeylerin makbul olmadığı görüntüsünün yaygın olduğu bir dönemde Asi  benim gönlümde kendisini sabitlemeyi başarmış.
Sevgiyle…
serapSu
(28 Ağustos - 9 Eylül 2012 tarihleri arasında Sohbet Köşesi paylaşımlarından derlenmiştir)

imza ve avatar HASIBE 'den alıntılanmıştır

10 Eylül 2012 Pazartesi

Meğer Asi bizi bırakmıyormuş


Meğer Asi bizi bırakmıyormuş. Biz tersini bilirdik oysa.
Cumartesi günü Beytepe yerleşkesindeydik. Ağaçların içinde. Havuzdan büyük bir gölcükteki nilüferlerin resimlerini çekip, kurbağaları ürperterek gezintideydik. Gölcüğün kenarları iri taşlarla sınırlanmış. Aylardan Eylül. İlk günü olsa da.
O iri taşların arasında bir kaç sap demet halinde çıkan ve turuncudan yavruağzına rengi olan ufak boy gelincikleri görünce durakaldım. Hemen resimlerini çektim. İlkbaharın çiçeği, sonbaharın başında karşımdaydı.

Durakalmamın ilk nedeni bir başka görüntüydü. Kütüphanenin görüntüsüydü. Kütüphanenin dış duvarları mozaik ile kaplıydı. En açık seçik, ağaç dallarınca örtülmemiş olanı Hatay Müzesi'ndeki Çingene Kız  idi. Yan duvardaki  Poseydon da görülüyordu ama elma ağacı onu biraz kapatmıştı. Bir diğer mozaik iyice örtülmüştü.

Tabii onların da fotoğrafını görür görmez çekmiştim. Ben yazmazsam fotoğraf çekiyorum.

Kurbağa sesleri arasında aklıma şu geldi.
"Aslında biz Asi'yi bırakmıyor değiliz. Asi bizi bırakmıyor."

Ta neredeki bir kütüphanede  en kültürel öge ile karşıma çıkıyor. Ufacık  bir üstü yemyeşil yosunlu gölcükte, nilüfer yaprakları üzerinde kurbağalar güneşlenirken gözüme gölcüğe kenar oluşturan iri taş parçaları arasında bu mevsimde biten bir gelincik çarpıyor.

Hep yazmıştım diye yazarım ya... Hep yazmıştım... Ben o diziyi çiftlik hayatı, aile bağları, tarım, bağ bahçe, ekinler, doğa, kültür, katıksız ve katkısız sevgi, giysiler, kuzular, kırlar, sanki bizim evde esermiş gibi hissettiren dağ esintisi için seyretmiştim. Çiftliğin temeli, tarlanın temeli, kırın, bağın, otlakların esası Topraktı.  Toprak sevgisi bize bir dizi hediye etti. O dizi bize ASİ'ye'yi ve dizinin tüm içeriğini hediye etti. Dizide sevgisi ağır basan içinde demir madeni de olan toprak, adını ASİ'ye'nin ikizlerinden birine hediye etti.

O gelincik ve kütüphane duvarındaki mozaiklerini de ben, Asisever arkadaşlarıma hediye etsem..

Acemi Demirci, Sohbet Köşesi, 03.09.2012

ÖZLEM / 10.10.2009






Büyüsek de limanlara ihtiyacımız var


Büyüsek de insanız. Büyüsek de limanlara ihtiyacımız var. Dertlendirmek için değil. Üzüntülere boğulduğumuz anlarda aklıselim kalabilmek için.

En sakin limandayım şu an. O limanın beyaz köpüklü arı sularında her kızgınlık, öfke, kin, garez yıkanır. Asi sularının döküldüğü bir limandayım. Ters akan bir nehrin beslediği sularda.

Saf sevginin dalgalarıyla yıkanan limandayım.  Güdülegelmiş kızgınlıkların, hünerli simyacılar elinde bakırdan altına dönüşüp, sevgi halini aldığı  harçtan yapılmış limandayım.

Limanın adı ASİ. Güya Asi. O, sevgisizliğe Asi... Kin güdülmesine Asi… Gözyaşı dökülmesine Asi. Üzüntüye boğmaya Asi. Sevgilerin önünde eğilmemeye Asi… Bir şehrin çirkinleştirilmesine Asi... Ama şehri mimari harikası yapmaya  değil. Yeşilsizliğe Asi. Kültür yoksunluğuna yani yemeğin, giysinin, ev döşemesinin, kap kacağın bile aslının, aslında kalmışlığına taraf olduğundan, kültür yozlaşmasına Asi.
Büyüsek de bir sine var hepimizde, bir derin iç. O iç neler içermez ki. Bazen bir dizinin peşine düşer. Diziler dizilir sonra o dizinin peşi sıra.  Eğer dizilerin bir kan grubu olsaydı, tümümüzün kan gurubu 0 RH ASİ olurdu.

Portakal bahçelerinin ferahlığını, çayırlarda meleşen kuzuları sadece bir kez izledim; bir kez daha seyretme imkanım olmadı. Ne indirebilecek vaktim oldu bölümleri ne bir daha seyredebilecek fırsatım oldu.

Nasıl bir,  bir kerelik izlemeyse o bir  kez izleme, koyu kavramlarla sindi kaldı etrafıma.
Hatay ‘ın defne kokulu peyniri defne kokuluydu ; ama aslında Asi kokuyordu. O koku bana arkadaşlarımı tek tek hatırlattı.

Şimdi, görmemiş olsak da, tanışmamış olsak da her biri bir yerde; ayrı iklimde; kimi gündeyken kimi gecede  bunca asisever dost edinmişken onları hatırlamamak, ASİ’yi unutmak anlamında olur sanırım. Asisever tüm arkadaşları en son ne zaman hatırladığımı hatırlayamıyorum; ama defne kokulu peynir yerken eşime “Şimdi asiseverler de burada olsaydı da defne kökü özlü Hatay peyniri yanına dilimlediğim ve üzerine fesleğen yaprakları koyduğum peynir, çilek reçeli, birkaç tür hamur işiyle burada ağırlasaydık ve Kozcuoğlu derler bir çiftliği ivik ivik didiklercesine konuşuyor olsaydık” dedim.

O sırada çıkan rüzgar bilmem bu lafları size de ulaştırdı mı?

Acemi Demirci, Sohbet Köşesi, 24.08.2012

BEGUM