24 Eylül 2012 Pazartesi

Kalın duvarlar


Rutine bağlamış bir ses artık, suyun sesi. Ama o ses, kıyısına dokunurken çıkardığı sesten değil, onu içine almışken duyduğu ses. Huzurlu değil, kıskacına almışlığının sesi. Demir, anlaşılması güç kargaşalardan oluşmuş bir mengenede. Her yanda baskı varken patlak verecek tek bir nokta yok, ufalıp sızamıyor bir türlü. Oysa her yanı delik deşik ruhunun. Ama Kerim'in bahsettiği 'kalın duvarları' var onun, görmüyor kimse, ne gözlerinden ne de yüzünden açık vermiyor. 'Benim bir yanım yaralı' demiyor hiç bedeni ama sonra o köprüye gelince anılar açığa çıkıyor. Gözleri… En çok gözleri anlatıyor acısını.

Hani bulmuştu evini, Arif açmıştı. Demir 'ben bu evde doğdum, altı yaşına kadar burada yaşadım' demişti. Halden anlamıştı Arif, buyur etmişti evine, bir de sıcak çay vermişti. Yoksulluk sinmişti evin her tarafına, Arif'in yüzündeki sıcaklık, sanki daha önceden tanıdığı bir adamın evine konuk olmuş hissi vermişti, 'mercimek aşı' yapılmıştı evde, ikram edilmek istenmişti. Yani ne varsa evin ocağında koyulacaktı misafirin önüne ama en büyük zenginlik, o misafiri ağırlama, ona gerçekten o evin bir parçası olduğunu hissettirmeydi.

Ne demişti Arif orada… 'Geçmiş zaman. Kara toprağa sual olmaz'

Ama Demir, bir sualin ötesine gitmeye o kadar yeminliydi ki. Sanki zamanın ilerlediğini, hayatın gittiğini bilmiyordu. Ona kimse hayatın bir nefes alımlık zaman olduğunu söylememişti, söylese biri de ölümü yakından görmüş gözleri 'sen nerden bileceksin ki' diye bakardı küstahça.

Ölüm…

Emine'nin ölümü… İhsan 'dili olsa da konuşsa' demişti köprünün… Konuşabilseydi, anlatabilir miydi köprü? Anlatırım sanırken bir annenin yavrularından kopuşunun öyküsünü yıkılmaz mıydı?

Emine kimsesizdi… yoksuldu… ve yalnızdı. Gidecek bir yer de yoktu, ona açılacak bir sofrada. Onları geriye en iyi giysileriyle bırakacaktı, bir merasime hazırladı çocuklarını. Belki en son, onları öyle görüp, ölüme giderken öyle hatırlamaktı niyeti. Ve o eski tas da acıttı benim canımı, birazcık aş vardı içinde, ne annece bir hareketti o… Oysa bir geceye yetmezdi o yemek iki çocuğa. Bir oyundan bahsetmişti onlara, sıkıca bağladı ağaca, yalpalayarak yürüdü köprüye, dikildi. Boyun eğmiş, diz çökmüştü ağaya… 'Ağam ' demişti, 'yapma' demişti. Ama yetmemişti. Ve geldiği noktada… tersine akan bir nehir, körleşen talihini ve hep tersine akan tarihini anlatıyordu ona. Oğlu diyordu… 'lütfen gitme anne… ne olur' diyordu, kızı ağlıyordu. Bir çare yoktu… çaresizlik vardı… Sonra bir güç geldi bedenine, vazgeçti gibi göründü… oysa o en büyük kararını almıştı bile… Onları geride bırakmak istemedi yüreği… kucakladı çocuklarını… sımsıkı tuttu Demir'in elini.

Nazım'ın dizilerinde vardır ; ' Ölüm adildir diyor… Bir Acem Şairi… Aynı haşmetle vurur, şahı, fakiri.' Tabi Emine, yaşamdan da bu adaleti istemişti… ya da insanlardan…

Madam ve Cemal Ağa avluda konuşurlar… Cemal Ağa, dert yanar damadından… Gelip ayaklarına, medet demedi ya, ona üstünlük taslayamadı ya biraz kızmıştır ona. Madam der ki; 'ben anlamam sizin işlerden, kefenin cebi yoktur ben onu bilirim Cemal Ağa’cım’. Cemal Ağa, eliyle bastonuna biraz daha bastırır oturduğu yerden, hafif sallar başını, diker gözlerini Madam'a. 'Kefende cep olsa bile,o cebe girecek elde can yoktur' der.

Belki de bir yoksul ve bir zenginin… bir şahla bir düşmüşün… en büyük kesişimiydi ölüm. Değişen hayatlar… el değiştiren para da… o düzen de… tersine akan nehir gibiydi işte.

Cemal Ağa ve İhsan'ın bu konuşmaları da, aslında ne iyi özetliyordu bunu.

İhsan: Devir parayla satın alınan şeylerden gurur duyanların oldu.
Cemal: Gurur duyarım tabi. Atadan, deden kalma değil bunlar bana.
İhsan: Doğru sen on yıl kuytudan giderek aldın bunları.
Cemal: Devir değişiyor İhsan… Devir toprağın değil paranın devri… İnsanlar paranın geldiği yere bakmıyorlar. Paranın kimde olduğuna bakıyorlar. Para toprağı da ,insanı da satın alıyor. Kör müsün sen?

İhsan susmuştu sonra… Aynı soruyu kendine sormuştu, 'kör müyüm?'

İnanıyordu toprağa, içinde kimsenin öğretmediği kendisinden var olan o sağlam değerler, sadece kendi nefesiyle can bulmaya kararlıydı. İhsan bütün dünya bozulsun, ben bildiğimi yaparım diyecek bir adamdı.

İçinde bulunduğumuz dünyanın bizimle tek derdi; pozisyon zenginliği… İhsan, onurunu üstüne giyip oturmuşken o masaya, masanın başköşesindeki Cemal Ağa öyle bir yukardan bakıyor ki, İhsan ne kadar dik durursa dursun, ne kadar aşağılarda olmasın gene de o bakış Cemal Ağa'nın yetiyor onu küçültmeye. Oysa İhsan, kendinden gene de emin. Sadece Cemal Ağa, pozisyonun tadını sonuna kadar kullanıyor. Küçülen İhsan değil, daha fazla yükselen Cemal Ağa oluyor… Onun zaafı, sıkıntısı hoşuna gidiyor. Biri bana 'bu düzenin rüzgarını kabulleneceksin' demişti, kabullenmesen bile baksana esip geçiyor İhsan'ın etrafından… ona seçme fırsatı bırakılmıyor.

Emine'nin yaşamını bitirme kararının aslında bir seçim değil,seçimsizlik oluşu gibi.

Fatma, 'Tekin değildir Asi'nin suyu' demişti. Oysa o dibinde görünmeyen bataklığından, ayaklara dolanıveren yosunlarından, tersine akıp alıp götürüşünden, aniden derinleşmesinden bahsetmişti. Ama huyu gibi insanların hayatlarına verdiği yönler de tekin değildi. Nehir büyük oynuyordu. Demir'in miladı oluyordu. Öyle bir şey yapıyordu ki ,Demir'e hem en büyük şans hem de büyük bir bela olmuştu.

Süheyla: Kurusun isterdim şu Asi’nin suyu. Ama ne o nehir ters akmaktan vazgeçer, ne de bizim geçmişte yaşadıklarımız değişir. Bu çocuğa bunu nasıl anlatacağım?

Demir, anlamazdı… Demir güçlüydü, hesap soracak fırsatı da kuvveti de vardı. Para ona geçmişti, para satın alacaktı geçmişini. Rüzgar demiştim, düzenin rüzgarı… Demir, savruluyordu ama savruldukça daha çok giriyordu o çekim alanına.

Sevmek ve sevilmek istemiyor… Aşkı, bir insanın kafasında yarattığı bir şey gibi görüyor… Kolayına kaçmak bu… Sevmek, bir yerde tedaviyi reddetmekti.

Zaten Demir gene de istemiyordu. Ama aşık olmayı seçemezdi insan… bu da bir seçimsizlikti… hele ki… kime aşık olacağını, hiç seçemiyordu insan.
TUBASİ, Sohbet Köşesi, 19.09.12

snm


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder