13 Ekim 2011 Perşembe

Gerçeklik duygusu...

Her şey o kadar yeni ki… Eskiyen yok mu hiç o evlerde.

Şöyle bir gezinedursak biraz kanallarda. Belli saatlerde yapabiliyoruz zaten o gezintiyi. O gezinti işte tam dizi saatlerinde oluyor. Tam her kanalın anlı şanlı dizilerinden sahnelerin çıktığı saatlerde yani.

Ben biraz bakarım sahnelere. Göz gezdiririm desem daha doğru. Gerideki fona bakarım. Doğa var mı, mimari var mı, kültür vurgulanmış mı, temel ögeler olarak bu dizide neler kullanılmış diye.

En çok istediğim “GERÇEKLİK DUYGUSU”dur. Oysa dizilerin çoğu gerçeklik duygumu kaybettiriyor.

Aslında her dizideki asıl ev ya da evler, yağlıboya ile pırıl pırıl boyanmış oluyor hep. Diyelim ki ev sahipleri evlerine çok iyi bakıyor ve pırıl pırıl. Tamam itirazım yok. Eski arabalar da. Bir çizik dahi yok. Boyacıdan az önce çıkmış gibi.

Her dizide binlerce giysi dikiliyor, özellikle dönem dizilerinde. Hepsi gıcır gıcır, yepyeni. Ne yaması var eğer fakir fukara değilse giyen ne abiden abladan küçük kardeşe kalmış olanı. Tamam ona da itirazım yok. Zira onlar oyuncu ve bir arada büyümediler. Zaten gerçek bir ailede değiller ki birbirlerinin eskisini giysinler. Ama “buna ilişkin bir replik duysam bari” diyorum, hani gerçek hayatta duyduğumuz gibi büyürken defalarca. Çünkü dizi gereği onlar bir aile ve kardeş. Kardeşler de mutlak giyer büyüklerden kalan küçülenleri. Gerçi bizde olmamıştı. Kardeşimle aramızda bir yaştan biraz daha fazla var. Küçülenlerim olmamıştı ki ona göre giysin. Ama bu çok sık olur yaş farkı olan kardeşlerde.

En içerlediğim de mutfaklar ve salonlar. Onca yıllık evleri anlatırlar dizilerde ama en son moda tencere setlerinde pişer yemekler. Dışlarında ne bulaşık teli çiziği vardır ne de bir darbe almıştır o tencereler. Hiç eski yer karoları, seramikleri olmaz o eski evlerin yerlerinde. Zira evler set olarak hazırlanırlar çekimlerden önce. O kadar da iyi hazırlar ki film ekibi o mekanları, takdir ederim çoklukla. Gıcır gıcır, basmaya kıyılmayacak cinsten olur her yer. Hani “bal dök yala” denilenden. Ama bir şeyler samimiyetsiz oluyor o gıcır gıcırlıkta. Evlerde sapı kırık tavada olur, kenarları siyahlaşmış sahanlar da, kapağının tutacağı çatlamış tencerelerde. Ev hali yani. Her an kırılanı döküleni olur. Oysa dizilerde her şey koca bir ev mağazasından hepsi eşzamanda, hep birlikte alınmış yepyeni eşyalarla doludur.. İsterseniz servis yapılan tencerelere bir bakın.

Ya salonlar. Hepsi tefriş salonu durur. Mobilya tefriş salonu gibidirler. Bir büyük mobilya mağazasının içini doldurmuş mobilyaları andırırlar.. Hiç mi yıllar öncesinden alınan bir eşyaları, konsolları, büfeleri, cam kaseleri, yemek takımları, cezveleri, tepsileri, masaları yoktur o yılların evlerinin? Sanki eski her şey atılmış ve ille de yepyeniler evi istila etmiştir. İnsanlar eskimiş ama ev o kadar yenidir ki. İnanılacak gibi gelmez akıllara bu çelişki.

Sadece dönem dizilerinde tarz farklı olduğu için gözlerimiz biraz farklı şeyler görüyor. Ruhsuz mu ruhsuzdur o evler. Hiç anısı olan bir eski eşya, sandalye yoktur oralarda. Ya yaldızların şatafatında boğulmuştur zengin evleri ya da masadaki bibloya, vazoya, hasır sepetteki kurutulmuş çiçeklere kadar o ünlü, büyük ve gezmelere doyamadığımız ışıltılı ev mağazalarında her an gördüklerimizle birkaç saat içinde döşenivermişlerdir. Bari biraz eskiyi andırır mobilyalar, eşyalar yaptırsalar marangozlara…

Oysa o yılların evini anlatan dizideki evin sahipleri onca yıl önce evlenmemiş miydi? Hiç mi o zamandan kalan el dokuması halıları kilimleri yok bu ailenin? Tüm halılar fabrikasyon, hani ünlü şarkıcıların, arabeskçilerin reklamını yaptıklarından. Şunun şurasında kaç yıldır evler bunlarla doldu. Yani eski evler nasılsa yepyeni eşyalarla tıkış tıkış oluvermiş dizilerde.

ASİ’de bir mutfak vardı. Yer karoları çok eski. Baharat takımı eskice. Yani on yıl önce de vardı ondan. Tencereler bakırdı. Neriman’ın çeyizinden. Bak işte nasıl da gerçek. Gerçek duygusunu nasıl da okşuyor bu bakır tencereler, tavalar. Halılar kıymetliydi. Her kesenin alabileceği cinsten olanlar var olmayanlar da var halılarda. Ama eski evlerde en azından pofuduk tüylü, basınca insanın ayağının gömüldüğü Isparta halıları vardı. Seksenli yılların ortalarında Isparta halılarının devri bitmeye başladı. Ama o yılları anlatan filmlerde nedense bu halı unutulmuş. Ben Yağcı Bedir ya da Taşpınar tercih ederim. Bir de Bünyan ve Buhara halısını. El dokuması. Birilerinin bakışlarının değdiği, ilmiklerini hesapladığı, elleriyle işlediği, dağdan topladığı otla, soğanın kabuğuyla yününü boyadığı halıları görmek isterim zenginliği anlatan dizilerde. Hani nerde o döşeme. Geometri kitabının bazı sayfalarının halı diye serildiği zengin evleri kültüre ne gibi katkıda bulunabilir.

Ama bir memur, aylıklı yani bizim çok iyi bildiğimiz ve içinde olduğumuz yaşamlarda alınabilirliği ve bütçeye uygunluğu nedeniyle fabrika halısı da olur, kilim de. Sözümüz onlara değildi. Kültür yoksunu zenginliği anlatan dizilere elbette sözümüz.

Adını hiç unutamam zira GERÇEKLİK DUYGUSUNUN öylesine verildiği bir sahne gördüm ki İffet dizisinde. İffet adlı kız ocak başında. Ocakta bir tencere. Tencere emaye. Bizim de vardı yıllar önce. Emayesi kavlayıncaya kadar kullanmıştık. Beyaz üzerine lacivert çamı andıran sık sık dizilmiş desenliydi. İşte o tencere, İffet dizisinde yılları delip geçmiş ve ait olduğu evin sadece o dizi çekilirken yaşanmış değil o dizi çekilene kadarki zamanlar da yaşanmış, yani İffet doğduğundan bugüne yaşanmış olduğunu gözümüze soka soka çok hoş ve sıcak bir edayla anlatan o tencere için o sahneyi seyrettim. Ve o dizinin adını unutmuyorum. Seyretmeyecek olsam da: İffet.

Dizilerin de bir iffeti olduğunun unutulmaması dileğimle.

Acemi Demirci, 10.10.2011


MERVE61

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder