Ne sevdalar görülmüş. Ne karasevdalar duyulmuş olgit. Ne aşklar yaşanmış dünden bugüne. Kimi söylenegelmiş dillerde. Kimi unutulmuş. Kimi sevdaları da sadece yaşayanlar bilmiş. Hatta belki sadece tek tarafça bilinmiş. Sevilenin haberi olmamış bile bu sevdadan.
Ve bizler de ne sevdalar gördük. Hatta sevgiler yaşamışlarımız vardır. Eşlerine, nişanlılarına sevdalananlar; sevdiceklerine bazen umutsuzca bağlananlar vardır.
Yani sevginin hasını, görmüşlüğümüz, duymuşluğumuz vardır mutlak. Sevdanın yabana atılmayacak olanını biliriz. Çiçek olup açanını, gelincik olup ortalığı kan kırmızısına boyayanını. Gül olup sevda kokanını, diken olup yürek dağlayanını. Çayır çimen olup, yeşil geleceklere yol açanı da gördük, açmazlara açılıp, kördüğüm yapanını da.
Çok işittik sevda hikayelerini. En başta da en yakın arkadaşlarımızdan işittik. Ben bir masal aşkına tanık olmuştum lisedeyken. Sıra arkadaşım zengin kızıydı. Hem de ne zengin. Babası vergi rekortmeni. Oğlan hallice. Kavuştular. Ne güzel duyguydu, ne sevinçti yaşadığım. Bir masala tanık olmuştum. Ve masal “onlar erdi muradına” diye bitmişti. Masalları kim sevmez. Hele böyle bitenini. Biz de bir sevda masalını sevdik. Ama ben sadece o sevdayı sevmedim o masalda. Ve sanırım tüm diğer arkadaşlarım da sadece sevda için sevmedi o masalı. Hani adı Asi ile Demir olan masal.
Biz tarlasıyla, bağıyla, bahçesiyle; ağılıyla, ahırıyla, kümesiyle; kahyasıyla, yanaşmasıyla, ağasıyla; geçmişindeki sırlarıyla, bugünündeki nefretleriyle ki o nefretlerin sevgiye dönüşmesini sevdik; doğasıyla; bir kentin mimarisini, taş duvarlar gerisindeki avlulu evlerini, dar sokaklarını; o çiçekleri fistanlı kız kardeşleri; naif genç kızların İstanbulvari olmayan, gökdelenlerde geçmeyen, tarlada sabahlatan yaşamlarıyla kuşatılmış bir sevdayı sevdik. Eğer bunlar olmasaydı bu sevda kupkuru gelirdi bize bir müddet sonra. Eğer bu unsurlar olmasaydı, gözlere at binilen sahiller, nakşedilir miydi? İşlemeli taşlarla örülmüş evler, onca tarihi doku kalır mıydı aklımızda?
Tek bir unsur oldu belleğimizde Asi dizisi ile. ASİ oldu. Nehir demekti ASİ. Sevgi demekti ASİ. Çiftlik demekti ASİ. Onca tiril tiril uçuşan, elde dikilmiş, cıvıl cıvıl çiçekli, fistolu, sutaşlı giysiler demekti ASİ. Aile bağları demekti ASİ. ASİ, baba kız sevgisinin adıydı. Bazen baba kızın bile başka başka düşüneceğini ama yine de her ne olursa olsun baba kız kalacağının adıydı ASİ. Çiftliğin ağaçlarının ardında görünen ayın adıydı ASİ. Tekne yapılan tersanelerinin adıydı ASİ. ASİ, dağ patikalarını toza bürüyen koyun sürüsünün melemesiydi. Baharda kuzulayan koyunların adıydı ASİ. Sabun şenliklerinin adıydı ASİ. Sabun şenliği mağarasıydı ASİ. Defne sabundan çıkan altın ASİ'ydi. Tersine akan nehrin adı da ASİ. Desenli yer karoları olan mutfakların, şehir kulüplerinin adıydı ASİ. Yani ASİ, bir dizi adı olmaktan çok öteydi. Bir çok kavramın tek bir kavramda yoğunlaşmasıydı.
Yani demem o ki;
“ASİ'ye” başka, “ASİ” başka. ASİ'ye'yi, ASİ'de sevdik biz. ASİ başka, ASİ'ye başka. ASİ'ye'yi ASİ'de sevdik. Yani ASİ'yi tümden sevdik ASİ'ye’siyle, köyüyle, bucağıyla, dedesiyle, anasıyla, babasıyla, doğasıyla. Nesi var nesi yoksa, varıyla yoğuyla sevdik ASİ'yi. Eviyle ocağıyla. Çiftliğiyle tarlasıyla. Ağasıyla çobanıyla. Dar sokaklarıyla, çiftlik yoluyla. Yağız atıyla koyunuyla kazıyla tavuğuyla. Hatay'ıyla. Hatay'ın her köşesiyle. Hatay'ın her noktasıyla. Ta Harbiyesi'nden, Reyhanlı'sından, İskenderun'undan, Arsus'undan, Vakıflı köyüne kadar. ASİ, işte tüm bu kavramlardı. Çokluğun tekliğe inmişiydi. Tek tek güzel ama bir arada doyumsuz güzelin harmanlanmış, erimiş kaynamış tek bir alaşımıydı. Biz, çokluğun tekliğini sevdik. Onca güzelliği, bir arada aynı anda tek bir olarak sevdik. ASİ' adı altında.
Acemi Demirci, Sohbet Köşesi, 07.10.2011
nls
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder