Bir Antakya'lı dostumdan yakın zamanda
Asi nehrine kendini bırakan bir kadın hakkında haber aldım, ne o tanıyordu
kadını ne de ben. Düşündüm sonra, ne derdi vardı kim bilir diye. Cebinde parası
yoktu belki, yokluk canına tak etmişti, evladını mı kaybetmişti acaba, terk mi
edilmişti yoksa. Onu çaresizce öyle bir çareye yönelten neydi acaba. Ne önemi
vardı ki. Olan olmuştu. Gidivermişti gencecik yaşında, yağmurla coşan Asi'ye
bırakmıştı kendini.
Tıpkı Demir'in annesi Emine gibi.
Yalnızdı Emine. Bir başına bırakılmıştı, kocasını öldü bilirdi, kapısını
vuracak kimsesi yoktu, iki yavrusu vardı, bir de bedeller ödetilen kardeşi.
Sırf arkasından koşup gelmesinler diye ağaca vermişti çocuklarını, belki
sarılsalardı 'anne' diye, bir kere daha hissetseydi kokularını oracıkta teslim
ederdi onlara kendini, bir kap tasçık yemek ile baş başa bırakacaktı onları.
Anne yüreği el vermedi, gittiği yere onlara da götürmeye karar verdi, özlerim
diye mi yoksa yaşayacakları kötülükleri yüreğine getirdiğinden mi. Diz çöküşler,
yalvarışlar, ağlayışlar dokunmamıştı kimsenin yüreğine. Kardeşinin aşkı en çok
onu kül ediyordu ve işte suya dökülüp kaybolacaktı... kaybolacaklardı. Oğlunun 'anne'
diyen sesine, kızının ağlamasına acıyla kapattı gözlerini, son bir dua etti
belki de, belki de 'evlatlarımın canı yanmasın' dedi duasında. Bir sondu
aslında onun için ve bir de başlangıçtı aslında çocukları için. Hayata karşı
sıfırdan bir başlayış. Demir suların içinde kardeşini yakalarken hayat adına
tıpkı ayağından çeken yosunlar gibi güçlü bir tokat yemişti, çocuk yüreği
büyüyüvermişti çoktan. Büyüyünce gözleri öfkeli bir adam olacaktı, kin dolu, yarım
ve yaralı. Melek’in her koluna bakışında hissedecekti bunu. Geçmişten bir
fotoğraf gibi olacaktı kardeşinin kırık kanadı.
Ne acıydı ki... Hayat onu çok kere
imtihan edecekti aynı acıyla... kaybedecekti birini kendini de kaybederek. Çok
sonra olacaktı bu.
Ve şimdi de İstanbul sahnelerini
izliyorum. Demir sanki oraya gittiğinden beri, içmeden sarhoş olmuş. Yüzünde
şaşkın bir ifade var, ne yapacağını bilemeyen bir yüz, gözleri Asi'nin yüzünde
dolanıp duruyor sessizce. Annesini ölüme götüren adamın torunundan ayırmıyor
gözlerini, nasıl baktığının da farkında bu sefer, durduramıyor kendini, sus
dese de yüreğini atıyor coşkuyla işte.
Tanımadığı bir adama döküyor içini, için
için ağlar gibi sözcükleri, imkansızlık sözlerinden çok yüzünün tüm hatlarına
yerleşmiş, zaten sarhoş gözlerini daha da sulandırıyor diktiği içkiyle. Öylece
bırakıyor kendini. Zor… geçmiş aslında geride kalmışlığına rağmen ufacık bir
ses, bir görünüş, bir ufacık haber bile yakın yapıyor geride kalanı. Gözlerinde
bütün asaletiyle de geleceği duruyor, ona hayatı bahşedebilecek bir umut
gözüküyor karşısında. Kaçmak istese de kaçamıyor ondan. Hatta çok sonra
bıkmadan usanmadan kovalayan oluyor onu. Ama aynı yüz geçmişi de
yankılayabilecek ona, iki arada Demir, cennet ve cehennem arasında, arafında.
Bir yabancı kadın elini Demir'in bütün
yürek yanıklarını yüzündeki çizgilerde arayıp buluyor. Demir kapalı gözleriyle,
bir hayalin peşinde, izin veriyor her yakınlığına, hayali dudaklarının
arasından özlemle çıkıyor 'Asi...' diye.
'Birine dokunmak onun ruhuna dokunmak
demektir' diye söyleyen Asi'yi anımsıyor, ruhunun kime ait olduğunu. Vicdan
azabıyla uzaklaştırıyor kendini o kadından. Bala'dan.
Kendi odasına dönmeye karar veren Asi
açılan kapının ardından çıkanı yüzünde büyük bir donuklukla izliyor, afallıyor.
Onu kendine çekip dokunan adam, gözlerinin içinden yüreğine bakabilen adam bir anda
gözlerinin önünde kaybolup, yanılmışlıklarla kalıyor. Öfkeyle bakıyor kapıya,
ateşten bir nehir alıyor bakışları sonradan kendi yüzüne de baktığında.
Önyargı ve gurur arasında bir süre
sıkışıp kalacaklar. Sonra dayanamayacaklar zaten...
Gelinen noktaya şaşıyorum ben... Şu
yazgı dediklerine kuş bakışı bir baktığında insan hayretler içinde kalmıyor mu?
Asi'nin dedesi Yusuf Ağa insaf etseydi, atmasaydı
Emine'yi, çocuklarıyla o çiftlikte yaşayıp gitseydiler, Demir belki de Aslan'ın
konumunda olacaktı o çiftlikte, değil çiftliğin sahibi olmak kıyısından dahi geçemeyecekti
ya da... Ve en garibi de Asi ile birlikte büyüyeceklerdi... Bir nefesle
başlamayacaktı hikayeleri...
TUBASİ, Sohbet Köşesi, 14 Ocak 2012
MEL
1 yorum:
Eline..yüreğine sağlık..Sevgili TUBASİ..okurken..boğazım da yüreğim de düğümlendi..Emine'nin dramı daha iyi anlatılamazdı..anlatılmadı da zaten..belki de izleyiciye bıraktılar..herkes kendi payını çıkarsın diye..bir annenin ..hayat verdiği çocuklarıyla..birlikte..el ele.. hayattan vaz geçmesini her izlediğimde içim burulur..Asi'nin ilerleyen..daha çok da 2.yayın dönemine denk gelen bölümlerinde kendi adıma hep "ah keşke"lerim olmuştu..bu da onlardan biridir..saçma sapan konulara yönelmek yerine..bir yandan İhsan'ın..Süheyla'nın,öte yandan da..Demir'in annesini-babasını ölümlere götüren olaylara da değinilseydi derim..hem de hazır da bir 5 yıllık boşluk yaratılmışken..AsiDemir'in birbirinden ayrı düşürüldüğü bu zamanlarda...iç seslerini duyabilseydik..
ama dedim ya.."ah..keşke"ler..artık gerilerde kaldı..
yazdığınız için..
paylaştığınız için teşekkürler..
Yorum Gönder