15 Ocak 2012 Pazar

Bir nefesle başlayan hikaye...

Bir Antakya'lı dostumdan yakın zamanda Asi nehrine kendini bırakan bir kadın hakkında haber aldım, ne o tanıyordu kadını ne de ben. Düşündüm sonra, ne derdi vardı kim bilir diye. Cebinde parası yoktu belki, yokluk canına tak etmişti, evladını mı kaybetmişti acaba, terk mi edilmişti yoksa. Onu çaresizce öyle bir çareye yönelten neydi acaba. Ne önemi vardı ki. Olan olmuştu. Gidivermişti gencecik yaşında, yağmurla coşan Asi'ye bırakmıştı kendini.

Tıpkı Demir'in annesi Emine gibi. Yalnızdı Emine. Bir başına bırakılmıştı, kocasını öldü bilirdi, kapısını vuracak kimsesi yoktu, iki yavrusu vardı, bir de bedeller ödetilen kardeşi. Sırf arkasından koşup gelmesinler diye ağaca vermişti çocuklarını, belki sarılsalardı 'anne' diye, bir kere daha hissetseydi kokularını oracıkta teslim ederdi onlara kendini, bir kap tasçık yemek ile baş başa bırakacaktı onları. Anne yüreği el vermedi, gittiği yere onlara da götürmeye karar verdi, özlerim diye mi yoksa yaşayacakları kötülükleri yüreğine getirdiğinden mi. Diz çöküşler, yalvarışlar, ağlayışlar dokunmamıştı kimsenin yüreğine. Kardeşinin aşkı en çok onu kül ediyordu ve işte suya dökülüp kaybolacaktı... kaybolacaklardı. Oğlunun 'anne' diyen sesine, kızının ağlamasına acıyla kapattı gözlerini, son bir dua etti belki de, belki de 'evlatlarımın canı yanmasın' dedi duasında. Bir sondu aslında onun için ve bir de başlangıçtı aslında çocukları için. Hayata karşı sıfırdan bir başlayış. Demir suların içinde kardeşini yakalarken hayat adına tıpkı ayağından çeken yosunlar gibi güçlü bir tokat yemişti, çocuk yüreği büyüyüvermişti çoktan. Büyüyünce gözleri öfkeli bir adam olacaktı, kin dolu, yarım ve yaralı. Melek’in her koluna bakışında hissedecekti bunu. Geçmişten bir fotoğraf gibi olacaktı kardeşinin kırık kanadı.

Ne acıydı ki... Hayat onu çok kere imtihan edecekti aynı acıyla... kaybedecekti birini kendini de kaybederek. Çok sonra olacaktı bu.

Ve şimdi de İstanbul sahnelerini izliyorum. Demir sanki oraya gittiğinden beri, içmeden sarhoş olmuş. Yüzünde şaşkın bir ifade var, ne yapacağını bilemeyen bir yüz, gözleri Asi'nin yüzünde dolanıp duruyor sessizce. Annesini ölüme götüren adamın torunundan ayırmıyor gözlerini, nasıl baktığının da farkında bu sefer, durduramıyor kendini, sus dese de yüreğini atıyor coşkuyla işte.

Tanımadığı bir adama döküyor içini, için için ağlar gibi sözcükleri, imkansızlık sözlerinden çok yüzünün tüm hatlarına yerleşmiş, zaten sarhoş gözlerini daha da sulandırıyor diktiği içkiyle. Öylece bırakıyor kendini. Zor… geçmiş aslında geride kalmışlığına rağmen ufacık bir ses, bir görünüş, bir ufacık haber bile yakın yapıyor geride kalanı. Gözlerinde bütün asaletiyle de geleceği duruyor, ona hayatı bahşedebilecek bir umut gözüküyor karşısında. Kaçmak istese de kaçamıyor ondan. Hatta çok sonra bıkmadan usanmadan kovalayan oluyor onu. Ama aynı yüz geçmişi de yankılayabilecek ona, iki arada Demir, cennet ve cehennem arasında, arafında.

Bir yabancı kadın elini Demir'in bütün yürek yanıklarını yüzündeki çizgilerde arayıp buluyor. Demir kapalı gözleriyle, bir hayalin peşinde, izin veriyor her yakınlığına, hayali dudaklarının arasından özlemle çıkıyor 'Asi...' diye.

'Birine dokunmak onun ruhuna dokunmak demektir' diye söyleyen Asi'yi anımsıyor, ruhunun kime ait olduğunu. Vicdan azabıyla uzaklaştırıyor kendini o kadından. Bala'dan.

Kendi odasına dönmeye karar veren Asi açılan kapının ardından çıkanı yüzünde büyük bir donuklukla izliyor, afallıyor. Onu kendine çekip dokunan adam, gözlerinin içinden yüreğine bakabilen adam bir anda gözlerinin önünde kaybolup, yanılmışlıklarla kalıyor. Öfkeyle bakıyor kapıya, ateşten bir nehir alıyor bakışları sonradan kendi yüzüne de baktığında.

Önyargı ve gurur arasında bir süre sıkışıp kalacaklar. Sonra dayanamayacaklar zaten...

Gelinen noktaya şaşıyorum ben... Şu yazgı dediklerine kuş bakışı bir baktığında insan hayretler içinde kalmıyor mu?

Asi'nin dedesi Yusuf Ağa insaf etseydi, atmasaydı Emine'yi, çocuklarıyla o çiftlikte yaşayıp gitseydiler, Demir belki de Aslan'ın konumunda olacaktı o çiftlikte, değil çiftliğin sahibi olmak kıyısından dahi geçemeyecekti ya da... Ve en garibi de Asi ile birlikte büyüyeceklerdi... Bir nefesle başlamayacaktı hikayeleri...
TUBASİ, Sohbet Köşesi, 14 Ocak 2012


MEL


1 yorum:

naile dedi ki...

Eline..yüreğine sağlık..Sevgili TUBASİ..okurken..boğazım da yüreğim de düğümlendi..Emine'nin dramı daha iyi anlatılamazdı..anlatılmadı da zaten..belki de izleyiciye bıraktılar..herkes kendi payını çıkarsın diye..bir annenin ..hayat verdiği çocuklarıyla..birlikte..el ele.. hayattan vaz geçmesini her izlediğimde içim burulur..Asi'nin ilerleyen..daha çok da 2.yayın dönemine denk gelen bölümlerinde kendi adıma hep "ah keşke"lerim olmuştu..bu da onlardan biridir..saçma sapan konulara yönelmek yerine..bir yandan İhsan'ın..Süheyla'nın,öte yandan da..Demir'in annesini-babasını ölümlere götüren olaylara da değinilseydi derim..hem de hazır da bir 5 yıllık boşluk yaratılmışken..AsiDemir'in birbirinden ayrı düşürüldüğü bu zamanlarda...iç seslerini duyabilseydik..
ama dedim ya.."ah..keşke"ler..artık gerilerde kaldı..
yazdığınız için..
paylaştığınız için teşekkürler..

Yorum Gönder