1 Temmuz 2012 Pazar

Bildiğimi bulamadığım...


Dese biri ‘Antakya’ diye içim bir hoş olur nedense... Farklıdır... motif motif bir şehirdir... sanki apayrı bir ülke der insan oraya... Şehri en yüksek köşeden bakmayı severim... Derim ki... 'şurada St. Pierre... şurada Habib-i Neccar ... ve tam orda... kıvrıla kıvrıla akıyor Asi...' Çılgın bir rüzgar başlar sonra... her mevsiminde kuzeyinden kuzeyine çarpıp durur insanın yüzüne... çam ormanlarının kokusu gelir burnunuza, nefes aldığınızı anlarsınız... En çok da o kaynaşıklığı severim ben... hani dağlara doğru... basamak basamak, merdiven gibi üst üstedir evler... efsane ‘ejderha, evlerin üzerine basa basa çıkıp dağlara ulaşır’ der... öyledir, insanın efsanelere inanası gelir... Dikkatle bakmakta yarar vardır... çünkü bir şehre değil... yaşayan bir tarihtir gördüğün… Hani aşağıda şehir süzülür gider ya... sanki sende bir bulut olmuşsun öyle süzülüyorsun üstünde...

Anlarlar oranın yabancısı olduğunuzu... ve bir ihtiyar belki de sohbet etmek ister sizinle... Mesela Habib-i Neccar’dan bahseder büyük bir inanışla ve acısını yüreğinde hissederek...  “Habib-i Neccar öldürüldükten sonra ters yüz olmuş Antakya... yeniden kurmuşlar buraları... bu şehrin içinde ne şehirler var... ne şehirler...” der mesela... Mantık ve aklın tüm dürtüleri şehrin sınırında bırakılmış olur... inanırsınız... emin olun keser biri yolunuzu, benim yolumu kesmiyorlar artık... orda yaşadığımı zannedenler var... ben de hayır demiyorum hiç...

Ve dar sokakları... Kaç kere kayboldum ben orda... Dert yandım ordan birine, “biz bile kayboluyoz bazen” dedi… Konuk olduğum bir aileden dinlemiştim bir efsane daha... orda geçer dar sokaklar, der ki “dar sokakta kopan büyük fırtınalar, şehrin deli rüzgarının arasında yitip gider… sokak, her kederin ardında karıştırır kendini... kederin sahibi bir daha bulamaz kederinin köşesini... unutsun ister şehir... karıştırır kendini...”  Belki de ondandır her gittiğimde bildiğimi bulamadığım...


Asi önden hızlı adımlarla gidiyor... Demir arkasında... sokaklar dar... her üç adım bir köşe başı oluyor…

Demir: Asi... Nereye gidiyorsun... Ben seni bırakırım...
Asi: Ne yapacağımı bilmiyorum...

Diyor... çaresiz...

Asi: Kimsenin yüzüne bakmak istemiyorum anlamıyor musun?

Yükseltiyor sesini... Sanki suçlar gibi Demir’i... ailesinin yüzüne bakamaz hale gelişine, gerçeğin açığa çıkmasına sebeb oluşuna... kızıyor sanki...

Demir söylediklerini duymaz gibi yüzünü izliyor Asi’nin... Ama yüzünden… sitemle yerlerde kaçışan gözlerinden... kırılmışlıkla gözüne bakışından... kaldırdığı kaşından... hüzünlü yutkunuşundan okuyor harf harf...

Kimse derken kendisi de mi var diye düşünüyor Demir belki de... sonra suçluyor belki de kendini... ‘tabi bende varım ... beni de görmek istemiyor, benim yüzümden’ diyor belki de içinden...

Asi: Nereye baksam!...

Susturuyor şimşek... Ve göz kapaklarına damlatıyor yağmur kendinden... gözünde siliyor gördüklerini... Sonra kaldırıyor Asi gözlerini Demir’e... Yağmurun görmesini istediğini görüyor... onu...

Demir, biraz önce ki konuşmadan kırıldı sanki... içinde ki ses Asi’nin ondan rahatsız oluşunu fısıldıyor... Ama kulak asmıyor o sese... Bırakmayacak onu yağmurun altında... Ama sınırı çiziyor... ’bu sefer ısrar etmeyeceğim... ’

Asi: Anlamıyorsun...

Demir gözlerine bakıyor... Anlaması gerekenin ne olduğuna...

Asi o ağacın altında yaptıkları konuşmayı hatırlatıyor aslında bakışlarında... o konuşmadan sonra artık yanımda kalma der gibi... Ama Demir, o konuşmayı silmiş içinden... ciddiyeti üzerinde durmamış... bildiğini okuyor gene, bırakmıyor onu.

Yağmurlar her ikisinin de yüzünü ıslatıyor... Asi ‘kendim’ diyor Demir’in bakışlarının arasında... ’Merak etme sorunlarımı kendim halledebilirim... ’ Asi’nin o ıslaklığını Demir’e o geceyi anımsatıyor, Asi’nin yüzüne öyle bakıyor... tıpkı o gecenin... tutku dolu dokunuşundan sonra baktığı gibi bakıyor ona... özlemle... kıyılmazlıkla...

Yürüyorlar birlikte... ikisi de baştan aşağı ıslaklar... yürüdükleri sokak... evler... şehir büyük bir yıkanışın altında... yan yanalar... sevinesi geliyor insanın... aralarına girmiş oluktan Demir, Asi’nin tarafına geçiyor bir adım atıp... dedim ya... artık uzak olmak istemiyor...

Demir: Sırılsıklam oldun hala sözümü dinlemiyorsun.
Asi: Yürümek istiyorum... Hem sen evine gitsene, benim yüzümden ıslanıyorsun...

Demir’in ‘pes artık’ diyen baş çevirişi geliyor ardından... Asi hızla bir saçak altı bulup sığınıyor, yanına gidiyor çağrılmadan Demir... “bak bunu iyi akıl ettin” diyor ona, içinde bir yerlerde gülen bir adam var sanki...

Demir: Birazdan diner...
Asi: Ama kendim gidiceğim...
Demir: İzin vermem...

Asi ‘sana soran mı var’ derdi bu durumda sanki... Galiba Demir hayatına girdiğinden beri, onun korumacılığına, sahiplenişine alıştı içindeki Asi ruh... Daha ‘olur’lu zamanlar değil elbet... ama bu sahiplenişlere, dudak kenarında küçük tebessümler bırakma döneminde...

Asi: Hem sen neden geldin... niye beni yalnız bırakmıyorsun...

Gelmesi gereken zamanda Demir’in gelmeyişine... ruhuna öyle dokunduktan sonra onu bir başına bırakışından sonra yerinde bir soru aslında... Demir yüzüne bakıp, dakikaları almayan suskunluğunun ardından ‘gene başlıyoruz’ dercesine duruyor, yoruluyor ama tatlı bir yorgunluk... Baş etmek zor... Asi unutmuyor... döndürüp döndürüp başa sarıyor...

İmdada saçağa onlar gibi sığınmış kadın koşuyor... “biz de gençken saçak altlarından çok medet umardık... güzel kız sözlün mü nişanlın mı?”

‘Hayır’ demiyorlar... Hala içlerinde umutları var... ve kadın bilmeden... yüzlerinden okuyor geleceklerini... Demir’in yüzündeki keyifli gülümseme, Asi’nin kaçarak gidişiyle kesiliyor o anda...


Sokak onları, o küçük eve götürüyor... ev, onlarlı ilk anıyı ağırlayacak o gece… Demir’in gözlerindeki sevinç, heyecana bakıp, bir anlık tereddütte dahi bulunmadan ilk adımını atıyor Asi kapıdan içeriye... Evin büyüsü daha çok yakınlaştırıyor sanki onları birbirine... belki de yağmurlardır sebep… İki yabancı oluştan çoktan çıkıyorlar... Asi’nin ıslanmış saçları için Demir dolapta bir şey bulma arayışında... eli ayağına dolaşıyor, kimsesiz evde nasıl ağırlayacağını bilemediğinden mi... o evde Asi’nin olduğunu bilmekten mi…

Gerçeklerin ıstırabı tüm ümitlerini pervasızca sarmalamışken, Asi’nin boynunda yan yana duran yağmur damlalarına takılıp kendine küçük bir düş dünyası kuruyor. Girdiği o döngüden çıkıp, giymesi için bir kazak uzatıyor ona... tam çıkacakken Asi’ gitmene gerek yok’ diyor... insanı gülümseten bir afallayış içinde şimdi Demir... gidip kalmak arasında, şaşkın ve aynı noktaya daha büyük bir takılışlıkla kalıyor... Çevrelerini sarmış acı gerçeklere inat, ruhlarını herkesten uzağa, zamanın ve mekanın olmadığı pırıltılı bir boşluk içerisine girebiliyorlar o sırada... Asi evin kime ait olduğunu soruyor, gözünü gezdirirken... Demir başını sağa çevirmiş, içinde kendine kızar gibi...

Bir kere daha soruyor Asi...

Biraz önce baktığı yerden yüreğine geçenlerden sonra yorulmuş bir yüzle tebessüm ediyor Demir...

Demir: Burası benim doğduğum ev...

Gözleri Asi’nin hemen yakalıyor o mutlu kuşun resmini...

Yanına gidiyor Demir…

Demir: Bunları annem yaptı...

Kim bilir Emine... hangi yürek yangınıyla işlemişti onları oraya... ya da hangi günün gülümseyişinde... Yaşamının o acı dolu köşelerinin arasında var mıydı mutluluklarda...

Asi: Çok güzel...

İçinden gelerek söylüyor bunu… Demir de o tepkiyi görmenin mutluluğu içinde... Asi’nin gözleri, taşın üzerindeki kuşta... Demir’in gözleri onun gülümseyen yüzünde bir süre... Anlatıyor Demir... Annesi babasının hatırına yaparmış… iki tane varmış ondan... biri Melek’miş... biri de Demir...

Asi evde gezdiriyor gözlerini gülerek... sanki o gece vuruldu o eve... Sonra Demir topacını sakladığından bahsediyor ona... gülüyorlar birlikte bir anlığına... Demir’in gülücüğü daha erken kesiliyor... Asi’nin yüzüne takılıyor bir kere daha…Yağmurlar ıslatmıyor da Asi’yi... sanki kendilerinden masumiyet ve huzur katıyorlar yüzüne... ve bereketlerinden de bırakıyorlar saçlarına... Asi yağmurla daha asil... daha büyüleyici... daha kaçınılmaz oluveriyor... Demir ‘in siyah gözleri... ona her baktıkça ıslanıyor…

Ve gece bitiyor... Demir dediğini yapıp çiftliğe bırakıyor onu…

Asi’yi çok sevmiş ya yağmur altında...

‘Yağmurda ıslanmak iyi geliyor’ diyor... Asi’nin isminin geçmediği bu cümlenin üstüne ,’sen iyi geliyorsun’ diye bakarken... “İyi geceler Demir” diyor Asi... Demir ‘in gözleri bitmeyecek bir doyumsuzlukla, gitmemesini istiyor ondan… Ama yürüyor Asi... yavaş ve sakin...

TUBASİ, Sohbet Köşesi, 1 Temmuz 2012



18. bölüme ait görsel çalışmalar MELIKE(C)'den


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder