1 Temmuz 2012 Pazar

Koşulsuz güven...



Demir onu bir yangından çıkarmış ama geçmişin yangının içine atmıştı... Aslında başka bir ateş vardı her ikisinin de yüreğinde... hiç küllenmeyecek bir yangının ateşi...

Yan yanaydılar ama artık ‘çok uzakta olmaları gerekirmiş’i anlatan imkansızlık senfonisi duyuluyordu uzaktan… ama çok uzaktan… Sesini yükseltmiyor ve de yüzüne bakamıyordu Asi, hırçınlaşmıyor, ona yakışmamış bir kabullenişle, bir yılgınlıkla yanı başındaydı… Sessizce konuşurcasına, gücü tükenmiş bir halde... sitem ediyordu ona... Geçmiş bugün olmuş ve peşlerini hiç bırakmayacakmış gibi takılmıştı onlara... Kırılmıştı Asi... ’İnsafsız dediğin adam benim babamdı’... gerçek su yüzüne çıkmıştı… Asi başından beri bildiğini söylemişti ona... suçlar gibi Demir’i... Sanki diyordu ki ona... ’gönlüme girdiğinden beri biliyordun... bana bakarken biliyordun... bana dokunduğunda biliyordun... ’ Demir... ’bu neyi değiştirir ki’ demişti ona... Gerçekler bile... geçmişin o tatsız yüzü bile... değiştiremezdi ki... Aşk yazılmıştı bir kere... onlar bilmiyorlardı ama en efsanevi haliyle hem de...

Asi: Keşke benden uzak duracağına bana bunları söyleseydin...

Bir işçi kızla... toprak ağasının oğlunun hazin aşk hikayesi... bir gerçek var, yaşayan bir gerçek... Aslan... Asi’nin abisi... Demir’in kuzeni... İkisi de bu hikayenin... sırların... ve hazin aşk öyküsünün parçaları haline getiriyor bu durum… Asi’nin bir keşkesi var ama… gerçeğin hikayesinden çok uzak bir keşke… Ona ölüm gibi gelen o uzak duruşa sitem ediyor Asi...

Demir: Söyleseydim inanır mıydın? Söz konusu olan babandı... Her şeyden daha fazla sevdiğin baban.

Demir... Asi’nin babasına olan düşkünlüğünü söylerken... sanki suçluyor onu. ’Herşey’ derken o her şeyin içinde kendisinin de olduğunu düşünüyor sanki… İhsan’a olan düşmanca tutumundan mı geliyor bu, onun değersiz biri olduğunu düşündüğünden mi... yoksa Asi’nin sevgisini kimseyle paylaşmak istemediğinden mi... bu bir kıskançlık mı...

Asi: Artık kime güveneceğim ben...

Ve işte ‘güven’…

Dönüp dolaşıp neden bize düşen bu kelimenin derinliğine inmek oldu... Aşk için gerekli miydi o kadarda... Belki gerekirdi... ama Asi ve Demir için geçerli değildi bu sözcük... onlar birbirlerine güvensizliklerin üzerine tutulmuşlardı... galiba 'güven' huzuru eşit eden bir kavramdı... ama sevdayı değil... onların sevdasını değil...

Demir ‘bana’ diyemezdi... çünkü bu kelimenin çoktan dışına çıkmış bir uzaklığa sürüklemişti kendini... Ama hep isterdi... istedi... Asi’nin bağlılığının özünü biliyordu... ona küsen toprağa inatla duyduğu güveni biliyordu mesela, o güven çekip gitseydi bir daha dokunamazdı toprağa... Demir de onu öyle sevsin istedi hep… koşulsuz bir güven duysun... ve bazen bana sadece ona güven duysun isteği hissiyatı da vermiştir bana... tek paylaşamadığı buydu belki de hayatında...

Asi’nin ailesine olan o sıkı sıkı bağlılığı... babasının hayatındaki faktörü… babası değil de bir dostu... dert ortağıydı o... örnek aldığı… ve bence ilk aşkıydı İhsan... sanki biri onu babasından koparmış gibiydi... sanki ailesinden... değerlerinden...



Demir uzaktan görüyor onu... gözüyle yaptığı takibi bir an olsun bırakmıyor... Asi, Sevinç’le birlikte... Her ikisi de hayatlarının en çarpıcı gerçeğini öğrenmenin sersemliği içindeler... Sözler yok konuşulacak, kimse nerden başlayacağını bilemiyor… Sevinç ayrılıyor yanından... Asi yüreğinde hissettiği gibi yalnız kalıyor ardında...

O dik başlı yürüyüşü yok şimdi... o saçlarının buklelerini uçurtan yürüyüşü... gözünü ufka dikmiş, inatla parlatan yüzünü, o yürüyüşü yok... sonu yokmuş gibi görünen o yeşil otların üstünden, onları ezmemeye itinayla gösterir gibi doğayla bir sessizlik anlaşması yapmışsana, yürüyor usulca… o adımları yönetmiyor da... adımlar onu yönetiyor gibi... Asi’nin o doğayla olan bağlılığı... sanki ona ayak uyduruyorlar... kuşlar bile çıtını çıkarmıyor... esmiyor biraz olsun rüzgar... gökyüzüne doğru kendini bırakmış, yalnız bir ağacın altına oturuyor... arkasında yüce dağlar... önünde kent...

Demir uzaktan izliyor onu... yüreğini duymak ister gibi tedirgin bir duruşta... hala aynı yerde... hala uzakta... adımlarından... gözlerinden… yüzünden... ve yüreğinden... Uzaklık göğe uzanan bir duvar gibi dikiliyor önüne...

Bilmiyor ki Asi hıçkırıkların içerisinde... kimseler görmesin diye yalnızlığı seçti... Ama bırakmıyor Hüseyin, o esmer afacan çocuk... ’Niye ağlıyorsun Asi abla’ diyor ona halden anlarcasına, yanına koşup... Asi’nin gözünün kenarından akıyor o sırada bir damla, hıçkırıklar içinde yeniden hapsoluyor... Hüseyin’e ‘yalnız kalmak istiyorum, anla’ diyor nazikçe... Anlıyor Hüseyin...

Ama son anda gidecek olan Demir’i durduruyor... ’Asi Ablam ağlıyor, yazık ona’ diyor Hüseyin...
Demir’i yolundan çeviriyor...

Ağaçsız bir şehir gibi kurak Asi’nin de içi şimdi... Coğrafyası sarıya çalan bir şehrin içinde gözleri yeşile hasret bir kız gibi... Gözünden akan tuzlu damlalar içindeki toprağı çoraklaştırmaktan öteye gidemiyor...

Gözünün önünde Asi... çaresiz, hüzün dolu... Sanki bu kadar içinin parçalandığını tahmin edemiyordu zihninde... onu görmüştü ağlarken ama öyle güçlü ağlıyordu ki o zaman... şimdi başının bu eğik duruşuna, soğuktan bedenini büzüşüne, duyduğu hıçkırıklara şaşkınlıkla bakıyordu... birde onu fark eder etmez hızla gözyaşlarını sildiğini görüyor… Asi onun yanında kendini bırakacak kadar yakın hissetmiyor o anda... anlıyor...

Yanına oturuyor Demir... araya bir mesafecik koymadan... o da bu uzaklıktan yorulmuş diyorum…
Kendini anlatıyor… uzun bir zamandan sonra...

Önce annesinin boğulduğu suların üzerinden geçtikçe geçtiğini söylüyor... yıllardır...

Sonra ona ‘Bize bu acıyı yaşatanlarla hesaplaşmak zorundaydım. Buraya bunun için gelmiştim’ diye ekliyor...

Demir’in gözlerinde okuduğuma bakınca... insanın ‘hayat işte’ diyesi geliyor... hesaplara kafa tutuyor hep... hayat Asi’yi getirdi ona... ya da o gitti ayağına… buldular sonunda... yılların ayrılığı bu, az mı... ilk gördükleri an birbirlerine, hasretle bakmadılar mı...

‘Sonra seni tanıdım’ diyor Demir... Devamını getirmiyor... Asi, sessizlik içinde dinliyor onu... ve gene bir göz dokunuşunda bile bulunmuyor... bakmıyor ona...

 Bilmeden daha çok acıtırcasına içini Demir... devam ediyor sözlerine...

‘Aslında geçen gün yanına konuşmak için gelmiştim. Gerçeği söylemezdim... Sadece seni üzmek istemiyorum, galiba ben bu sevgiye hazır değilim diyecektim... yapamadım... ters davrandım... ’

Asi güçlü bir konuşmaya hazırlar gibi kendini... bu sözlerin üzerine yutkunuyor öncesinde... Bir an nefesi kaldıramıyor sanıyorum... ama asıl zor olan yüreğinin kaldıramayışı... Anlamış onu... Suçlamıyormuş... Bir hüzün dalgası daha buluyor yüzünü... rüzgar usul usul esmeye başlıyor saçlarına... ’ şimdi de geçmiş benim sırtımda...’ diyor fısıltıyla karışık...

Asi: Ödeştik mi?

Güneşin ıslattığı gözlerinde sarı topraklar işgal etmiş Asi’nin... Yapamıyordu bunu epey... Demir’in yüzüne bakamıyordu... gözleri yüzünde geziniyor, bu soru bahaneydi sanki...

Demir: Mesele ödeşmek değil Asi... Ama bundan sonra birbirimizi daha iyi anlayabiliriz...

Kaşları kalkıyor Asi’nin, onun bu sözüne boş bir yaklaşımda sanki... ’ne fark edecek ‘ diyor ,Demir’in anlayış konusundaki tutumunu değersizleştirerek... artık önemli değil der gibi... galiba burda önemsizleştirdiği anlayabilmek değil... ’biz’ kelimesi...

Asi: Bundan sonrası yok artık... Aramızdaki her şeyi unutmak en doğrusu olur...

Hüzün dolu yüzünde, birikmiş damlalarıyla gözleri öyle bakıyor ki yeşile... ve öyle umutsuz bir cümle ki bu, sanki Asi asıl bu gerçeğe içerlenir gibi... Demir yüzüne bakıyor endişeyle... zaman vermiyor Asi... Demir’in beklemeye aldığı bir durumu, kapanmış bir sayfa gibi görüyor Asi...

‘Zaten sen de böyle düşünmüyor musun?’

Hayır demiyor ama Demir... hayır demesini öyle isterdi ki Asi... Öyle bir baktı ki... 'yanımda kalsan... gönlüme dolsan...' der gibi... Demir, Asi’nin o hüznüne... o kapattığı sayfaya... o bitirişine öyle sersemlikle duruyor ki... o soru içinde yankılanıp duruyor... unutmak kelimesinin yankılanışı gibi... ve gidişine tanık oluyor sonrasında... kaç tanık oluşu bu...

Demir bir uzaklık koymayı becerirken... Asi onu bile koymuyor aralarına...

Boşlukta kalır gibi Demir...

Ve der ki şarkı ona... ’yan deli gönül... bir asi aşk vurgununda... ’


O ağacın altına gidiyor Demir... yeniden... Sanki Asi’yi bulacak gibi... sanki kaybettiğini tutacak gibi... sanki o soruya ‘hayır’ demeye gelmiş gibi... Ama tek başına... Zifiri bir karanlık yüreği tıpkı olduğu yer gibi. Dönüp gidiyor yeniden...

Ama ‘hayat’ın sözleri daha tükenmedi... bir çocuk gönderdi, onu dillendirdi...  tıpkı yolundan çevirdiği gibi, Asi’nin hüznüne götürdüğü gibi... şimdi o çocuğun kapısında... içerde Asi olduğunu öğrenmenin parıltısıyla Demir… O bulamayınca, hayat yeniden yoluna koyuyor onu... boşluğa attığı adımların geldiği nokta işte, bilmeden ona gidiyor...

Dar sokağın naçizane evinin küçük ocağının pişirdiği sarmaların olduğu, o küçük sofra başındalar şimdi... Aile kavramının üzerine kafa yorduktan sonra... biri bunun eksik kalışından yıllarca muzdarip... bir değeri kaybediyor olmanın endişesi arasındayken... o küçük ailenin sıcaklığı yetiyor araya set çekilen duvarları kırmaya... galiba bu sıcaklığa ihtiyacı vardı içlerinin...

Hüseyin: Yesene Demir abi.
Demir: Asi ablandan kalırsa yiyeceğim...
Anlıyorum ki o anda... Demir korkmuş bitirmişliğinden... şimdi o uzaklığı belki en sevdikleri yoldan kapatacak... onu öfkelendirerek... o hüzün dolu bakan Asi gidiyor, onu uyaran bir bakışla çeviriyor ona başını... Fazla bakmadan Demir yüzüne gülümsüyor o sırada... Tencere aralarında şimdi... bir o çekiyor... biri o... küçük öfke ateşinden sonra... bu inatlaşmada iyi geliyor sanki... ve hep olduğu gibi Demir’in pes edişi... Asi’nin gururlanış dolu zaferi...

Asi’nin hırsla üçer beşer sarmaları tabağına koyuşu... Demir’in ‘sarma bu… teker teker koyman gerekmiyor mu’ diye dalga geçişini getiriyor... Buna bir cevap yok...  Susması gerektiğini bildiren... ’afiyet olsun’ var... Demir ‘in yüzünde büyük bir gülümseme... Bu halden fazlasıyla memnun... Sanki aralarında o konuşma geçmemiş gibi... en başarılı olduğu noktadan sızıyor ona... kısacık süren bir inatla... gözlerindeki öfke kıvılcımlarıyla...

Sürahiyi istiyor... oysa yakınında... Asi de ona öyle diyor... ’sana daha yakın’... Demir ondan istiyor bunu... suyu onun doldurmasını... onun vermesini ona... Galiba sevdi bunu... Kabul etmiyor öncesinde... telefonunu kullanmak karşılığında kabul ediyor Asi...  Suyu dolduruşunu izliyor gülümseyerek, özlemiş Demir bu halini... Sevmiyor hüzünlü izlemeyi onu... Bir yudumcuk alıyor sudan... Anlıyorum ki mesele su içmek değil... Asi’nin elinden su içmekti...

TUBASİ, Sohbet Köşesi, 30 Haziran 2012

18. bölüme ait görsel çalışmalar ANTE'den

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder